Hakikatin Bilinemez Olduğu Bir Kâinat Tasavvuru

Hakikatin bilinemez olduğu bir evren tasavvuru mümkün mü? Burada sadece inanca yönelik bir problem yok. Aynı zamanda düşünce ve bilim açısından da ciddi bir sakatlık söz konusu. Zira böyle bir ön kabul ile hakiki anlamda ne felsefe yapılabilir ne de bilim.

Ediz-Sözüer-293x300 Hakikatin Bilinemez Olduğu Bir Kâinat Tasavvuru

Ediz Sözüer

 Yazımızda ideal ve makbul bir imanın temel taşı niteliğinde, kıymeti çok büyük ve önemli meseleler üzerinde duracağız. Öncelikle hakikatin bilinemez olduğu bir kâinat tasavvurunun bir mümin için kesin olarak kabul edilemez olduğunu ortaya koyacağız. Daha sonra bu meselenin ayrılmaz bir diğer parçası olan ve Risale-i Nur’da ehemmiyetle vurgulanan “imanın kayyum (yani sabite) olup, delillerin yalnız yardımcı unsurlar olduğu” meselesini ve nasıl anlaşılması gerektiğini çözümleyeceğiz.

Bu meseleyi âleminde tam halletmek ve Risale-i Nur’da geçen bu çok önemli konuyu hiç olmadığı kadar açık bir netlikte kavramak arzu eden kardeşlerimizin yazımızın tamamını hiç atlamadan ve sindirerek, üzerinde incelikle düşünerek okumalarını önemle rica ediyoruz. Bu yazıya ayıracağınız (elde edeceğiniz neticeye kıyasen) kısa sayılabilecek bir zaman ve ciddî fikrî eforun, ebedî hayatta paha biçilmez bir ebedî hazine olarak karşınıza çıkabileceğini düşünüp ona göre okumalı. Şimdi başlıyoruz.

Evet, hakikatin bilinemez olduğu bir kâinat tasavvuru bir mümin için kabul edilemezdir. (Bu hüküm özellikle iman hakikatleri ve bir mümin içindir. Ancak inanmayan veya inanmak konusunda henüz arayışı devam eden ve tereddüt içinde olan biri de: “Eğer şu kainatın bir yaratıcısı varsa ve varlığını bilmemizi istiyorsa, o halde muhakkak surette bulmamızı istediği hakikat bilinebilir olmalıdır. Ve bu kainat da bu yönde çıkarım ve gözlem yapmaya elverişli bir niteliğe ve düzenliliğe sahip olmalıdır. O halde, eğer bir yaratıcı varsa anlaşılabilir bir kainatın ve ulaşılabilir, bilinebilir, varlığından emin olunabilir bir hakikatin olması gerektiğini öngörerek çıkarımlarımı yapmalıyım ve böyle olup olmadığı noktasına dikkat ederek araştırmalıyım” demelidir.)

Hakikatin bilinemez olduğu bir kâinatı (akıl ile hakikati bulmakla mükellef kıldığı kulları için) yaratmış bir Allah’ı nasıl tasavvur edebiliriz ki?

“Ben bulamadım, göremedim, emin olamadım” diyebilirsiniz.

Fakat “Bulunamaz, görülemez, emin olunamaz” diyemezsiniz.

Tabi bu hüküm özellikle bir mümin için geçerli.

Hakikatin yeri akılla ve vahyin yardımıyla bilinir, fakat kalple ve diğer latifelerle saklı olduğu yerden çıkartılır. Yani esas itibariyle iman hakikatleri sadece akılla bilinmeyen, kalple idrak edilen ve hissedilen hakikatlerdir.

Hakikate Kör Noktadan Bakmak

İman ve inkâr arasındaki ince çizgide mesele hep aynı kör noktada düğümlenir durur. Bir yaratıcıyı ve bilinçli bir yaratımı kabul etmek istemeyenin gözü, hakikate kör noktadan bakmaktadır denilebilir.

Baktığı kör noktada, aslında en basit zihinli biri tarafından fark edilip takdir edilebilen sanatlar, hikmetler ve nimetler gizlenir ve saklanır. “Evet, gözleri hasta olan, güneşin ziyasını inkâr eder; ağzı acı olan, tatlı suya acı der”. Yani imanla ilgili bir mesele sadece aklî ve mantıkî değil. Yalnızca akıl ve mantıkla başlamıyor ya da bitmiyor. Ortada zaten kesinliği yüzde yüz olmayan bir mesele var. Ama gördüğünüz delillere göre, ortada görünen vaziyete bakarak bir karar vermeniz, bir çıkarım yapmanız gerekiyor. İşte ateistlerin bu çıkarımı kalplerinin hastalığından ve tabiatlarının bozukluğundan diğer seçenek yönünde yapmış oldukları çok açık bir şekilde ortada görünüyor.

Bu öyle gözle görülen, maddî ve elle tutulan bir şey değil. Mesela bir bardağa su doldurduğumuzu ve birine ikram ettiğinizi düşünelim. Bu bir ikram fiili değil mi? Hâlbuki yapılan şey, sadece elimizi uzatmak ve bardağı vermek. Ama bunun bir anlamı var. İnsan olduğumuz için, akıl ve kalp taşıdığımız için, makine olmadığımız ve sadece gözle çalışmadığımız için bu bir mana ifade ediyor. Nedir o mana? Soyut bir kavram: İkram fiili! Bu ne ile görülüyor, Allahaşkına siz kendiniz söyleyin. İpucu verdik zaten. Gözle görülüyor mu? Hayır. Ne ile görülüyor? Ya da ne ile takdir ediliyor, öyle soralım. Cevap: Akıl ve kalple takdir ediliyor. Başka bir şeyle değil. O fiil gözle görülüyor, akıl ve kalp ile de manası takdir ediliyor! Demek ki bunu görebilmeniz için hisseden bir kalp taşımanız lazım. Demek ki işleyen bir akıl sahibi olmanız lazım ki bu sonuçları çıkartabilesiniz. Risale-i Nur’da geçen çok meşhur bir vecizedir. “Her şeyi maddede arayanların akılları gözlerindedir. Göz ise mâneviyatta kördür.” Manevî bağları ve soyut şeyleri görmez.

Yapılan bir işten, o işi yapan fiilin varlığına intikal edebilmek ve o fiilden, fiili işleyen birinin varlığını idrak edebilmek, ancak akıl ve kalbin görüp takdir edebileceği tamamen soyut bir kavram olduğundan ve çıplak gözle görülen, elle tutulan bir nesnenin varlığını bilmekten ayrı bir mana olduğundandır ki, iman etmek tamamen bir takdir ve nasip işidir.

hakikat-3 Hakikatin Bilinemez Olduğu Bir Kâinat Tasavvuru

Allah iman nurunu ve hidayet cevherini, ancak iradesini doğru yönde kullanana nasip eder. Fakat görünmeyene iman etmek (iman-ı bilgayb), imanın temeli olduğundan, deliller ne kadar kuvvetli de olsa, elle tutulup, gözle görülen bir şey olmadığından, hakikatin inkârı yine de mümkündür.

Zaten dinin teklifi ve insanın imtihanının özelliği, iman hakikatlerinin ister istemez herkesin mecburiyetle kabul edeceği bir açıklık ve kesinlikte olmamasındadır. Yani iman hakikatinin gerçekliğinin delilleri, hür iradeyle seçilebilecek derecenin ötesine geçmemeli, iradeyi kaldıracak kadar zorlayıcı olmamalıdır.

İman hakikatlerinin ilmen doğruluğu, mâkuliyeti ve kesinliği gösterilebilmektedir ve “evet, muhakkak böyle olmalı, başka türlü olamaz” dedirtecek özellikte bir kıvama sahiptir ve akla kapı açarak delillerle desteklenmektedir, fakat aklî çıkarımlara dayanan soyut bir hakikat mahiyetinde olduğundan, seçme hürriyeti olan irade ellerden alınmamış olur.

Herkesin mecburiyetle kabul edeceği derecede zorlayıcı deliller ve mucizeler olsaydı, imtihan sırrı bozulurdu.

“Din bir imtihandır, bir tecrübedir. Ervah-ı âliyeyi, ervah-ı safileden tefrik eder. Öyle ise ileride herkese göz ile görülecek vukuatı öyle bir tarzda bahsedecek ki; ne bütün bütün meçhul kalsın, ne de bedihî olup herkes ister istemez tasdike mecbur kalsın. Akla kapı açacak, ihtiyarı elinden almayacak. Zira eğer tamamen bedahet derecesinde bir alâmet-i Kıyamet görülse, herkes tasdike muztar olsa; o vakit kömür gibi bir istidad, elmas gibi bir istidad ile beraber kalır. Sırr-ı teklif ve netice-i imtihan zayi’ olur.” Risale-i Nur, Sözler(341)

“Din bir imtihandır. Teklif-i İlahî bir tecrübedir. Tâ, ervah-ı âliye ile ervah-ı safile, müsabaka meydanında birbirinden ayrılsın. Nasılki bir madene ateş veriliyor; tâ elmasla kömür, altunla toprak birbirinden ayrılsın. Öyle de bu dâr-ı imtihanda olan teklifat-ı İlahiye bir ibtilâdır ve bir müsabakaya sevktir ki; istidad-ı beşer madeninde olan cevahir-i âliye ile mevadd-ı süfliye, birbirinden tefrik edilsin… Madem Kur’an, bu dâr-ı imtihanda bir tecrübe suretinde, bir müsabaka meydanında beşerin tekemmülü için nâzil olmuştur. Elbette şu dünyevî ve herkese görünecek umûr-u gaybiye-i istikbaliyeye yalnız işaret edecek ve hüccetini isbat edecek derecede akla kapı açacak. Eğer sarahaten zikretse, sırr-ı teklif bozulur. Âdeta gökyüzündeki yıldızlarla vazıhan “Lâ ilahe illallah” yazmak misillü bir bedahete girecek. O zaman herkes ister istemez tasdik edecek. Müsabaka olmaz, imtihan fevt olur. Kömür gibi bir ruh ile elmas gibi bir ruh beraber kalacaklar… Risale-i Nur, Sözler 266

Diğer imanî hakikatlerin durumu da aynen böyledir. Delilini ispatlayacak derecede akla kapı açılıyor fakat bedahet derecesinde (açık, delile ihtiyaç kalmayacak ve herkes mecburen kabul edecek tarzda bir kesinlikte) olsa idi herkes eşitlenir ve kabul ederdi, böyle olunca da imtihanın neticesi ziyan olurdu.

Önemli Bir Not: “Ortada zaten kesinliği yüzde yüz olmayan bir mesele var.” derken kastettiğimiz şudur: İman hakikatlerinin matematik kesinliğinde ve gözle görülen ve delil istemeyen kesinlikte olmamasıdır. Matematik kesinliği olan bir hakikat olursa imtihan sırrı bozulur. Öyle olmayacak zaten. İman hakikatinin gerçekliği, yüzde 100’e yaklaşacak, yaklaşacak ve “yüzde 99,9999..99 ihtimalle böyle olmalı. Evet başka bir yolu yok, bütün eşya kâinat çapında bir tek kudret tarafından yaratılmalıdır”a gidecek fakat yüzde 100 olmayacak. Olursa imtihan sırrı bozulur. İmana dair hakikatler, kendi delillerini ispat edecek kadar açıktırlar. Fakat herkesin mutlaka mecburiyetle kabul etmesini netice verecek kadar da kesinlik arz etmezler ve bir derece örtülü bir yapıdadırlar ve öyle de olmalıdırlar. Çünkü eğer böyle olmazsa elmas ruhlu insanlarla, kömür ruhlu insanları nasıl ayırt edeceksiniz? O zaman herkes kabul edecek. Bu meselede iki nokta var: 1- Teorik olarak o ispatların yüzde yüz kesinliğinden bahsedilebilir ve ediyoruz. 2- Fakat bununla birlikte herkesin mecburen kabul edeceği bir matematik kesinlikte ve somut-görsel bir delil olmaması noktasında delile ihtiyaç bırakmayan açık bir kesinlik (bedahet) veya zorlayıcı ve iradeyi elden alan bir delilin olmadığı noktasında da yüzde yüz değildir diyoruz. (İmtihan sırrı gereği.) Evet iman hakikatlerinin yüzde yüz olması sadece teorik olaraktır. Yani inkâra mecal bırakmayacak kadar pratikte kesinliği olan somut-görsel meseleler değildir. Nazarîdir. Yoksa iradenin kalmadığı yerde hürriyet, seçme serbestliğinin olmadığı yerde de mesuliyet kalmaz. Zaten böyle bir kıvamda olması gerekiyor. Blaise Pascal’ın ifade ettiği gibi: “Görmek isteyenler için yeterince ışık, görmek istemeyenler için yeterince karanlık vardır.” Yani zorlayıcı, mecbur edici kıvamda delil yok. Fakat elbette (tekrar önemle vurguluyoruz ki) böyle diye delillerin teorik olarak kesinlik ifade etmediği söylenemez. Yani masanızdaki bilgisayarının varlığı gibi bir somut ve inkâr edilemez bir açık gerçeklik değil. Bu konu tartışmasızdır. İşte imanî meselelerde inkâra mecal vardır. Bilgisayar örneğinde ise yoktur. Zaten bu meseleyi böyle ifade etmezsek kimseyi mesul edemeyiz. Dinin teklifi ve imtihan sırrı, ancak bu “kabul ve inkâr edilebilirlik” üzerinde olabilir. (Bu demek değildir ki, kesinlik içeren deliller yoktur.)

hakikat01 Hakikatin Bilinemez Olduğu Bir Kâinat Tasavvuru

Bu noktada bir kavram tespitine ihtiyaç var. İspatlamaktan neyi anlıyoruz? İspatlamak ne demektir? Bir iddianın kesin bir delile sahip olması nedir? Aklî delil ile somut gerçeklik arasındaki fark nedir? Öncelikle, bir şeyin somut ve görsel bir gerçekliği yoksa bile, akli bir delili ve ispatı pekâlâ olabilir.

“İspat“, bir iddiayı delil göstererek doğruluğunu apaçık meydana çıkarmak manasını ifade ediyor. Şimdi imana temas eden konularda elinizle tutup gözünüzle göreceğiniz, deneysel biçimde doğruluğunu teyit edeceğiniz tarzda deliller yok.

Fakat bu noktadan hareketle ve böyle diye, bu meselelerin akla uygunluğunun olmadığını veya kesinlik içeren mantıki delillerinin bulunmadığını söylemek, hakikate karşı çok büyük bir haksızlık ve hata bir hüküm olur.

İlginizi Çekebilir:Tabiat Kanunlarına Yaklaşım

Meseleyi somutlaştıralım iyice. Bize hayat imkânı verecek düzendeki bir kâinatın tesadüfen oluşması ihtimali ise, ünlü İngiliz matematikçi Roger Penrose tarafından hesaplanmıştır. Penrose, tüm fiziksel değişkenleri hesaba katarak, bunların kaç farklı biçimde dizilebileceğini dikkate alarak ve içinde canlıların yaşayabileceği bir ortamın oluşmasının, Big Bang’in diğer muhtemel sonuçları içinde kaçta kaç ihtimale sahip olduğunu tespit ederek bulduğu ihtimal şudur:

10 üzeri 10 üzeri 123’te bir ihtimal! Bu sayının ne anlama geldiğini düşünmek bile zordur. Örneğin 10 üzeri 3, 1000 sayısını ifade eder. 10 üzeri 10 üzeri 3 ise, yani 1 rakamının yanına 1000 tane sıfır.

Ama burada 1 rakamının yanına, 10 üzeri 123 tane sıfır gelmektedir ki, bunun matematikte bile bir adı ya da tanımı yoktur. 10 üzeri 123, evrendeki tüm atomların sayısının toplamından, yani 10 üzeri 78’den bile büyük bir sayıdır. Ama Penrose’un bulduğu sayı, bunun çok daha üstündedir. Acaba Roger Penrose hesapladığı bu sayı hakkında ne düşünmüştür? Penrose, akıl sınırlarını çok aşan bu sayı hakkında şu yorumu yapar: “Bu sayı, yani 10 üzeri 10 üzeri 123’te bir ihtimal, Yaratıcı’nın amacının ne kadar keskin ve belirgin olduğunu bize göstermektedir. Bu gerçekten olağanüstü bir sayıdır. Bir kimse bunu doğal sayılar şeklinde bile yazmayı başaramaz, çünkü 1 rakamının yanına o kadar sıfır koyması gerekecektir ki, eğer evrendeki tüm protonların ve tüm nötronların üzerine birer tane sıfır yazsa bile, yine de bu sayıyı yazmaktan çok çok geride kalacaktır.” Açıkça ortaya koyulduğu gibi, kâinatın tesadüfen oluşma ihtimali yoktur.

Montreal Üniversitesi Psikiyatristi Karl Stern, bu gerçeği görmezden gelmeye çalışanlar hakkında şöyle bir değerlendirme yapmaktadır: “Evrenin şu anki yapısının tümüyle bir tesadüf eseri olabileceği düşüncesi, tamamıyla delice bir düşüncedir. Delilik kavramını argovari bir hakaret niyetiyle değil, tamamen psikolojideki teknik anlamıyla kullanıyorum. Gerçekte bu tür bir düşünce ile şizofrenik düşünce tarzı arasında büyük benzerlikler vardır.” (Şizofrenik düşünce içeriği bozukluğunda, gerçeklikle ilgisiz tuhaf fikirler ve çıkarımlar bulunur.)

Evrim ve tabiat alternatifi üzerinde diretmek, Shakespeare’in eserlerinin, Shakespeare tarafından değil de bir milyar daktilonun başına oturmuş, bir milyar maymunun, bir milyar yıl boyunca süren yazma işleminin sonucunda yazıldığında ısrar etmeye benzer. Bunun için ihtimal hesabı yapılmaya kalkışılacak olursa sıfıra çok yakın, ama sıfır olmayan bir ihtimal bulunabilir. Ama diğer taraftan herkes Shakespeare’in herhangi bir eserinin maymunlar tarafından pratikte, gerçek hayatta asla yazılamayacağını da bilir.

(İşte bu meselemizin temel noktasıdır, matematik olarak bir ihtimal var ama pratikte yok, yani meselemizin somut bedahette –aşikâr kesinlikte- olmasa da teorik anlamda yüzde yüz kesinliğinden bahsedilebilir)

Mesele bunu fark etmek. “Ya, evet, çok küçük bir ihtimal ama yine de mümkün!” diyenlere diyoruz: “Hayır, asla mümkün değil! Buna mümkün denmez.”

Evet matematik olarak bir ihtimal var, sıfır değil o ihtimal. Ama biraz evvel söylemiştik, matematikte 10 üzeri 50’de 1 ihtimalden küçük ihtimaller “sıfır” kabul ediliyor diye. Çünkü pratikte mevcut hayat şartları içerisinde öyle bir şey vücuda gelme şansı bulamayacak.

Gidersiniz başka bir kâinata, varsa elinizde başka bir kâinat, orada oluşturursunuz tesadüfen yaşamı! Ama biz gördüğümüz kâinatın verilerine ve şartlarına göre çıkarımlar yapmayacaksak ve bunun adına da bilim diyeceksek, bir yaratıcıyı kabul edenlerin düşüncelerini çok acımasızca eleştirecek ve bilim dışı göreceksek, kusura bakılmasın, bir yaratıcıyı kabul edenler de böyle bir düşünceyi bilim dışı olarak görme hakkını kazanmış olurlar.

Ayrıca sürekli yenilenen bir kâinatta böyle bir ihtimal dahi mümkün değildir. Bu hesaplar, sanki bir sabit şekil baz alınarak yapılmış. Fakat kâinat sürekli yenileniyor, o zaman işin rengi de çok değişiyor. Çünkü sayısız yerde ve sayıda bulunan imkânsız ihtimallerin sürekli olarak gerçekleşmeye devam etmesi söz konusu olacaktır ve böyle bir şeyin gerçekleşme ihtimalinin ise doğrudan ve hesapsız olarak reddedilmesi gerektiği açıktır.

Şimdi ele aldığımız konunun ayrılmaz bir diğer parçası olan ve Risale-i Nur’da ehemmiyetle vurgulanan “imanın kayyum (yani sabite) olup, delillerin yalnız yardımcı unsurlar olduğu” meselesi hakkında önemli izahlarda bulunacağız. Son olarak bir yaratıcının varlığı düşüncesinin bilimselliğe uygunluğunu ve henüz hiçbir fikrimiz yokken bile eşyanın bir yaratıcısının olduğu düşüncesiyle çıkarım yapmanın ve deliller toplamanın önyargıyla ve önkabulle ilgisi olmayan çok daha sağlıklı ve akılcı yol olduğunu ortaya koyacağız.

Önce kâinatın varlığını inkâr eden Sofestaileri ve hakikatin bilinemezliğini kabul eden agnostik felsefe benzeri düşünceleri ele alıyoruz.

Risale-i Nur’da, kâinatın varlığını inkâr eden Sofestailerin ve hakikatin bilinemezliğini kabul eden agnostik felsefe benzeri düşüncelerin ciddiye alınmadığını ve pek fazla üzerinde durulmadığını görüyoruz. Gerçekten de gördüğümüz eşya üzerinden çıkarımlar yapmayacaksak başka neyi temel alarak bilim yapacağız? Temelsizliği çok açık bu iddialar hakkında sadece bir iki noktaya değinerek bu meseleyi bitirmek istiyoruz.

Birinci nokta, (Risale-i Nur’un 21.Söz’ünün 2.Makam’ında bahsedildiği gibi) delilden kaynaklanmayan bir ihtimalin hiçbir kıymetinin olmayacağı düsturudur. “Kâinatın olmadığı veya duyu organlarımızla algıladığımız eşyanın görünen şeklinin, hakikatin temel yapısını tamamen ters yüz edecek kadar yanlış olduğu”na dair kesin deliller bulunmadığı sürece bu konudaki her türlü şüphe ciddiye alınmaktan uzak olacaktır.

İkinci nokta, Albert Einstein’ın “Kâinatla ilgili en anlaşılmaz şey, kâinatın anlaşılabilir olmasıdır” sözüdür. Bu tespit, kâinatın varlığı ve eşyanın gördüğümüz gerçekliği konusunda bize doğru bir bakış açısı vermektedir. Çünkü eğer böyle olmasaydı, var olmayan veya doğru olarak algılayamadığımız bir şeyi anlayabilmemiz ve düzenli prensiplerle açıklayabilmemiz de mümkün olamazdı denilebilir.

Biz bu sözü bir adım daha ileri götürüp, kâinatın anlaşılabilirliğinin aslında hiç de öyle anlaşılmaz bir şey olmadığını söylüyoruz ve diyoruz ki: “Kâinatın insan tarafından anlaşılabilir bir özellikte görünmesi, insanın varlık sebebinin kâinatı anlamak olduğuna ve bu kâinatı yapan kişiye anlayışlı bir muhatap olmak maksadıyla gönderildiğine o kadar açık bir delildir ki, en basit zihinli bir insan bile kalbinin ve aklının derinliklerinde bunu tereddütsüz olarak bilir ve derin bir hürmetle bu hakikati hisseder. Sadece içlerinden bazıları bu büyük hakikati bilmezden gelerek ve üstünü örterek veya şeklini değiştirerek inkâr eder ve kendi kendilerine ihanet ederler.”

Şimdi ele aldığımız konunun ayrılmaz bir diğer parçası olan ve Risale-i Nur’da ehemmiyetle vurgulanan “imanın kayyum (yani sabite) olup, delillerin yalnız yardımcı unsurlar olduğu” meselesi hakkında önemli izahlarımıza geldik.

Delilleri değerlendirirken yani henüz iman etmemişken bile ispat-inkâr arasındaki yapısal farklılıktan dolayı meselenin kayyumu (sabitesi) olarak imanı görmek aklîdir. Çünkü mantıken sadece bir delilin doğruluğu iman hakikatinin doğruluğunu gerektirir. Hâlbuki binlerce karşıt delil bile olsa (çünkü inkârdır) kesin olarak yanlış veya yok olmasını gerektirmez. (Bunun önyargıyla bir ilgisi yoktur.)

Mesele şudur: Meselenin sabitesi iman, deliller ise onlara yardımcı unsurlardır. O deliller tek tek çürüse veya farklılaşsa bile, yukarda sabit bir şekilde duran iman gerçeği sarsılmaz, yüzlerce karşıt delil ve şüpheler de olsa, onun sıhhatine ve kesinliğine zararı olmaz.

Çünkü iman mesleği bilgiye ve delile dayalı ispattır. Bu hüküm iman etmeden önce de sonra da aynıdır, değişmez. Bu tarzda bir değerlendirme mantıklı olandır. Bir iddianın doğruluğu veya eşyanın varlığı konusunda yüzlerce, binlerce delil ve karşıt delil öne sürülebilir. O iddianın doğruluğu veya eşyanın varlığı konusundaki delillerden bir tanesinin gerçekliği halinde, iddianın doğruluğu ve eşyanın varlığı ortaya çıkmış olur. Bunun aksi düşünülemez. O zaman burada ispat mesleğinin farklılığı ortaya çıkmış oluyor.

Fakat o eşyanın yokluğuna veya iddianın yanlışlığına dair yüzlerce delile rağmen, o delillerin bir şekilde yanılmış olma ihtimali ve o eşyanın var olma ihtimali her zaman mümkündür. Peki neden öyle olsun? Çünkü yokluğa dair deliller, hakikatin tamamını kapsamaktan aciz olacaklarından her zaman bir açık kapı kalacaktır. Hem o güya yokluk delillerinin çok sayıda ve değişik sebepleri olabilir. Hem o delillerin aksine ihtimal verebilmek ve gerçeğin de bu yönde olması her zaman mümkündür.

Nedeni bilinmeyen veya izahı mümkün olan bir tek şüpheyi bahane ederek; binlerce delilin birleşmesiyle gerçek ve doğru olduklarına kesin ve tereddütsüz kanaat oluşan imanî meseleleri inkâr etmek veya onlardan vazgeçmek, her şeyden önce aklî ve mantıkî bir yaklaşım değildir.

Çünkü bazı delillerin yanlışlığı söz konusu olsa da, neticeyi değiştirmeyecektir ve tek bir delilin doğru olmasıyla, neticenin doğruluğu gerekecektir. İddianın doğruluğu ortaya çıkınca da, diğer tüm şüphelerin ve karşıt delillerin de bizce meçhul izahları ve nedenleri çözümlenmiş sayılacak ve elbette hükümsüz kalacaklardır. Aksine ihtimal vermek, mantıken imkânsızdır.

Yani o inkârcıların bütün şüphelerinin doğru izahlarını, bütün sorularının cevaplarını bilmek zorunda değiliz! Bizim hiç öyle bir mecburiyetimiz yok!

İnkârcı bin tane şüphe ve bin tane karşıt delil ortaya koysun. İmanımızı kurtarmak için veya kendi mesleğimiz olan iman yolunun doğruluğunu ispatlamak için; bunların hepsini tek tek çürütmek, hepsinin tek tek doğru izahlarını bulmak ve araştırmak zorunda değiliz. Çünkü kâfirler inkâr yolunda gidiyor. İnkârcının ciddî bir yapısal farklılığı var. Biz de ispat yolunda gidiyoruz. Bizim de ciddî bir yapısal farklılığımız var.

Bizim sadece bir tane delilimizin gerçek anlamda doğru olduğu ortaya çıksa, inkârcının bütün şüphelerinin ve karşıt delillerinin bir şekilde (sebebini ve izahını bilmesek bile) muhakkak bir çözüm noktası olduğunu mantıken kabul etmemiz gerekiyor.

Aynen Risale-i Nur’un 13.Lem’a’sının Üçüncü Noktasında geçen saray misali gibi. Bir kapı açıldığı zaman, diğer kapılar otomatik olarak açılır. Girilmiştir o saraya çünkü! Bu meseleyi anlamak çok önemlidir, çünkü bu tespit bizi ve imanımızı kurtaracak bir noktadır.

Şimdi meseleyi daha da basitleştiriyoruz. Bir şey ya vardır veya yoktur. Bir iddia (örneğin peygamberlik iddiası) ya doğrudur, ya yanlıştır. Ortada bırakmak mümkün olmadığından, saray hükmündeki iman hakikatinin kapıları yerindeki her bir delil, o sarayı açıp içine girmemizi sağlamaktadır. Ne kadar güzel ve iman yolunda giden için ne kadar avantajlı bir nokta. Binlerce kapı misali, binlerce delil mevcuttur.

İman mesleği ne kadar kuvvetli bir meslektir. Tek bir kapının açılması o saraya girmeyi nasıl sağlarsa, tek bir delilin gerçek olması, iman meselesinin doğruluğunu ortaya çıkarır ve diğer tüm kapalı kapılar hükmündeki yanlış delilleri veya karşıt delilleri ya da şüpheleri, nasıl ve ne şekilde olduğunun detaylarını hiç bilmesek de, tamamıyla ve kesin olarak ortadan kaldırır. Akıl ve mantık bunu gerektirir. İnkâr ile ispat arasındaki yapısal farklılık bunu lüzumlu kılar. İman yolunda giden için bu nokta ne kadar müthiş bir şeydir ve ne kadar rahatlatıcıdır.

Zaten Risale-i Nur’un 21. Söz’ünün 2. Makam’ında bahsedildiği gibi, bir delilden kaynaklanmayan bir ihtimal hiç ciddiye alınmaz.

Aynen bu kaide gibi, her biri gayet aklî olan ve birleştiklerinde ise sarsılmaz bir kuvvet kazanan, kopmaz bir halat gibi sağlamlaşan yüzlerce, binlerce imanî delillere karşı duran tek-tük, zayıf, önemsiz ve her biri izahı yapılmaya veya çürütülmeye müsait karşıt deliller ve şüpheler, imanın kesinliğine zarar vermez ve o hakikatlerin zıtlarının kabulüne sebep olamaz.

Geldiğimiz noktada bir yaratıcının varlığı düşüncesinin bilimselliğe uygunluğunu ve henüz hiçbir fikrimiz yokken bile eşyanın bir yaratıcısının olduğu düşüncesiyle çıkarım yapmanın ve deliller toplamanın önyargıyla ve önkabulle ilgisi olmayan çok daha sağlıklı ve akılcı yol olduğunu ortaya koyacağız.

Önümüzdeki bilgisayarın kendi kendine oluştuğu düşüncesi mi, yoksa onun bir mühendis ve bir fabrika tarafından yapılmış olabileceği ihtimali üzerinden bir araştırmaya girmek mi, hangisi daha mantıklıdır ve hangisi bilimsel düşünce tekniğine daha uygun görülebilir?

Söz konusu bilgisayar hakkında daha baştan ve hiçbir fikrimiz yokken bile ikinci fikir çok daha sağlıklı bir yaklaşım değil midir?

İşte şu görünen eşyayı, o eşyanın icad ve idare kanunlarından ibaret olan tabiat ile açıklamaya çalışmak; tasarımcı mühendisini ve üretici fabrikasını hesaba katmadan, bir bilgisayarın yapılış, kuruluş ve çalışmasını sadece işletim sistemi programı ile izah etme gayretinden farksızdır ve anlamsız bir çabadır.

Burada vereceğimiz misal, çok yaygın kullanılan bir misaldir. Fakat meselenin mahiyetini ve temel mantığını anlamakta oldukça yardımcı olmaktadır. O yüzden bu misalin üzerinde önemle durulması gerektiğini düşünüyoruz.

Şöyle düşünelim: Bir ressamın, perde arkasından, bize sadece fırçası görünecek şekilde çalıştığını farz ettiğimiz durumda, o resmi bir ressamın yaptığını nereden anlarız?

Ressam görüş alanımızın dışında diye, resmi boya ve fırçadan mı bilmeliyiz?

Hâlbuki incelediğimizde görürüz ki, o boyaların ve fırçanın kendi kendine işleme ve sanat kabiliyeti bulunmuyor.

İşte bu durum bize, o sanat kabiliyetine sahip bir ressamı arattırır ve varlığını sanki görmüşüz gibi aklen kabul ettirir.

Size soralım: Bu misalimize göre bir ressamın varlığının görsel ve maddesel bir delili, yani “deneysel anlamda bilimsel bir delili” olur mu? Elbette olmaz ve olamaz.

Çünkü deney ve gözlem sahanızın dışında bir etki edici var.

Fakat böyle diye, o ortada görünen işi, gerçek etki sahibi olma özelliğini gösteremeyen ve o işi yapabilecek kabiliyet kendisinde bulunmayan nesnelere vermek, herhalde perde arkasında sanattan anlayan maharetli bir ressamın bulunduğuna hükmetmekten daha fazla bilimsel değildir.

Eşyanın üzerindeki sanat, gözle görülmeyen, ancak akıl ve kalple anlaşılabilen ve takdir edilebilen manevî, soyut bir gerçekliktir. Her ne kadar maddesel ve görsel delilimiz mevcut değilse de, maddî gözümüzle gördüğümüz sanat eserinin varlığı, ressamın varlığına yeterince güçlü ve kesin bir delil niteliğindedir ve bu gözle görülen işin, yani sanat eserinin varlığının, ressamın varlığının doğruluğu için “bilimsel nitelikte delil” olarak görülmesi ve ressamın varlığının delillendirilmesi yolunda kullanılması, gayet kabul edilebilir ve akıl gözüyle doğruluğu görülebilir mantıkî ispatlar özelliğindedir.

İşte bir yaratıcının varlığı hakkında, “eserden eser sahibinin varlığına intikal etmek” temelinde şekillenen aklî deliller de aynen bu özelliktedirler. Hem gayet güçlüdürler, hem akıl ve mantık uyumlulukları muhakkaktır; hem de kesinlik derecesinde ispat etme niteliğine sahiptirler. Bizim söylediğimiz ve iddia ettiğimiz budur.

Dinin hakikatleri, teorik (nazarî) ve aklî delilleri olan ve delillerin birbirlerine kuvvet vermeleriyle zıtlarının imkânına ihtimal bırakmayan sağlamlılıkları sayesinde, mutlak gerçekliklerine hüküm edilebilecek nitelik arz eden, temel olarak nazarî (teorik) fakat netice itibariyle kesin hakikatlerdir. Bilimsel düşünceye ve bilimsel delillendirmeye uygunluğu ve yatkınlığı da, şüphesizdir.

Tekrar vurgulayalım: Bir şeyin matematik kesinlikte olmaması ve teklif sırrı gereği hem kabul hem reddedilecek bir nazariyette (teorik) olup bedahet derecesinde (açık kesinlikte) olmaması, asla “yakîn”e (kesin inanca) mani bir husus değildir.

Tüm bunların sonucunda kesin olarak hükmedebiliriz ki: Hakikatin bilinemez olduğu bir kâinat tasavvuru (özellikle bir mümin için) kesinlikle kabul edilemez bir safsata ve hezeyandır.

share Paylaş facebook pinterest whatsapp x print

Benzer İçerikler

Bilimsel Yayınlar Yönünden Türkiye’nin Dünyadaki Yeri
BİLİM ADAMINA VERİLEN DEĞER
Muhammed Abdusselam
“BEN NESLİ”
Vahiy / Nübüvvet’in; bilgi açısından Epistemolojik Değeri
Akıllı Telefon İnsanı Yaşamdan Koparıyor Mu?
İnsan ve Kainat | © 2018 | Tüm hakları saklıdır.