Zaman Nedir?
Zaman, belki de insanoğlunun en çok merak ettiği konuların başında gelmektedir. Tarih boyunca filozoflar ve bilim adamları zaman üstünde çok kafa yormuşlar ve bu konuda farklı görüşler ileri sürülmüştür. Aslında zaman mefhumu ne anlama gelmektedir? Zaman kişiye ve mekana göre değişiklik gösterir mi? Zamanı durdurmak mümkün mü? Zaman ile mekan arasındaki ilişki nedir?
Zaman, adına ömür dediğimiz doğumdan ölüme kadar geçen ve bir nabız gibi atan “anların” arka arkaya dizilmesi mi? Veya saat ve takvim cinsinden bir şey mi? Her ne anlama gelirse gelsin, bizleri ihtiyarlatan ve ölüme doğru sürükleyen zamanın taşıdığı sırlar en fazla ilgimizi çeken konulardan birisi olmaya devam ediyor.
Mekânı, oturduğumuz oda; zamanı ise saat cinsinden bir nesne olarak tanıyor, kütle ve zamanı değişmez mutlak varlıklar zannediyorduk. Geçen yüzyıla kadar zamanın akıl almaz bir hıza sahip olduğundan haberdar değildik. Cisimler hızlandıkça zamanları yavaşlayacağını ve “genişleyeceğini” bilmiyorduk. Tam ışık hızıyla eşleşildiğinde ise “zamanın akışı” da duracaktı. Evet gelişmeler, ses duvarı gibi bir de “ışık duvarını” gösteriyordu. Işık hızına ulaşıldığında zaman ile eşleşilmiş olacak ve artık zaman durmuş olacaktı. Işığın hızı (saniyede 300.000 kilometre) aynı zamanda “zamanın” da hızı idi.
Zamanın sadece hıza bağlı olarak değil “çekim gücü” ile de değişikliğe uğradığı ortaya çıkmıştı (genel izafiyet). Geçen yüzyılın başlarında gelişen “Genel İzafiyet Teorisine” göre, mevcut üç mekân boyutuna (en, boy, yükseklik) bir de dördüncü boyut olarak “zaman” eklenmeliydi.
Boyut bir yöne uzanımın ifadesiydi. Nokta bir yöne uzanamadığına göre boyutsuzdu. Çizginin tek boyut alanın ise, iki boyuta sahip olduğu mâlûmdu. Üç boyut hacimle ifade ediliyordu. Bu üçünü cetvelle ölçebiliyor, bunlara mekân -yer koordinatları- diyorduk. Ama dördüncü boyut olan zamanı nasıl ölçecektik?
ZAMANI ANLAMAYA GÖTÜREN ÇALIŞMALAR
Zamanın mesafeler gibi bir mekân çizgisi olduğunun tesbiti 12. asra kadar uzanır. Bu gerçeğin ilk tesbiti ilk yapanın Cebir ilminin kurucusu Cabir olduğunu söyleyebiliriz.
Âlemde bazı şeylerin mutlak değer taşırken, bazılarının ise îzâfî olduğunu biliriz. Büyük-küçük, kısa-uzun, acı-tatlı ve hızlı-yavaş işte îzâfî değerlerden bazılarıdır. Varlıklar, İsaac Newton’la birlikte iki sınıfta bilimsel anlamda da ele alınmaya başlanmıştı. Newton’un ardından, iki bilim adamı Michelson ve Morley adlı ilim adamları “Esir” denen ortamı araştırdılar. Işık hızının ölçümüyle ilgili bir dizi deneyle uğraştılar.
Bunlar, “ışık hızının değişik” olduğunu düşünüyorlardı. Bu çalışmalar sonucunda, ışığın her yönde sabit ve değişmez bir değere, saniyede 300.000 kilometre hıza sahip olduğu ortaya çıkmıştı…
İşte bu, Newton’un aradığı sabitti ama, ne var ki Newton, hayatta değildi. Newton’la birlikte fizikî dünyada büyük cisimlerin tabî olduğu kanun ve nizamname ortaya çıkarılmış madde gibi hareket ve kuvvetlerin de başıboş olmadığı apaçık kendini belli etmişti.
Newton’un zamanında ışığın değişmez bir hızla hareket ettiği bilinmiyordu. Işık sabit bir hıza sahip olduğuna göre artık her hareket ışık hızına göre değerlendirilebilir, ölçülebilirdi. Aynı şey zaman için de geçerli olmalıydı. Çünkü, zamanı ölçebilecek bir dayanak vardı artık. Işığın sabit bir hızda olması fırsatını yakalayan Einstein, aradığını ele geçirmişti.
Evren devasa boyutlarda mücerret bir yapı. Bu gerçek Alman bilim adamı meşhur matematikçi Gauss tarafından ele alındı… Soyut evrenin nasıl bir yapı arzettiğini ise modellerle bir ölçüde başaran kişi ise, Gauss’un öğrencisi Riemann oldu.
Riemann’ın mücerret mekân boyutlarının zamana uygulanmasını ise Avusturyalı Hermann Minkowski yapacaktı. Matematikte hayalî sayılar dediğimiz “Mücerret ya da Kompleks” sayılardan olan ?-1’i kullanan Minkowski zamanın yeni ve dördüncü bir boyut olduğunu matematiksel olarak da ortaya koydu. Minkowski Einstein’in lisedeki matematik öğretmeniydi.
Uzay kavramını Riemann’dan zaman kavramını da Lorenz ve Minkowski’den derleyen Einstein bunları uzlaştırdı. Sonuçta meşhur izafiyet teorisi doğdu. Evrendeki bütün hadiseler bu değişmez ışık hızına göre ölçüldüğü için teorinin adı izafiyet olmuştu.
Uzay ve zaman boyutlarını birbirine dönüştürmek yerine bir arada düşünmek fikrinden yola çıkan Einstein, evren denilen ortamın bir uzay-zaman örgüsü olduğunu ileri sürüyordu. Neticede ortaya çıkan Einstein’in uzay-zaman dört boyutlusuydu. Einstein’ın “Genel Görecelik Teorisi”nin bilimsel olarak ortaya koyduğu bir husus şudur: Zamanın hızı, bir cismin hızına ve çekim merkezine olan uzaklığına göre değişir. Hız arttıkça zaman kısalır, yani daha ağır daha yavaş işleyerek sanki “durma” noktasına gelir.
Lorentz dönüşüm formülleri, bugün zamanı mekâna bağlayan asıl izafiyet formülleridir. Zaman ve mekân bütünlüğünü Einstein’in öğretmeni Hermann Minkowski gösterdi ve mücerret boyut olan zamanı buldu. Minkowski, evrenin dört boyutlu olduğunu, zamanın doğrusal bir sürekliliğe sahip bulunduğunu, geçmiş, şimdi ve geleceğin insan zihni tarafından ortaya konulduğunu açıklıyordu. Bu durumda, şuur dediğimiz insan idraki beşinci boyut olarak talep edildi. Buna göre şuur, bir mekân çizgisini izleyerek idrak edilen zaman diliminin bir gözlemcisidir. Evrenin esasını zihin-akıl-şuur dediğimiz beşinci bir boyut belirler, kavrar ve karar verir.
Zaman, beyinde saklanan birtakım hayaller arasında kıyas yapılmasıyla anlaşılmaktadır. Eğer insan hafızası olmasa, beyin bu tür yorumlar yapamayacak ve dolayısıyla da zaman idraki oluşmayacaktı. İnsan şuuru “uzay ve zamanı” kavramakta onlardan ayrılamamaktadır. Zaman algılayana bağlı, yani, îzâfî bir kavram olmaktadır. Zamanın îzâfîliğilini, rüyada yaşadıklarımızdan bir derece kavrayabiliriz. Rüyada gördüklerimizi, saatler sürmüş gibi hissetsek de, gerçekte her şey bir kaç saniye sürmüştür.
Kâinat’taki tüm olaylar arasında yer alan ve onları birbirine bağlayan “zaman” adlı etki olmasaydı, hayatı idrak edemez, kâinat dediğimiz büyük mekânı anlayamaz ve anlatamazdık. Uzay-zaman dört boyutlusu, ortak bir ölçme sistemi olarak beliriyor, et ve tırnak gibi birbirinden ayrılamıyordu. Anlamakta zorlanmadığımız husus ise onun ömür ile birlikte, kaza – kader olayını da yürütüyor, bir kader cetvelini andırıyor olmasıdır. Dolaysısıyla kaderi gösteren bir ekran ya da olayların dizildiği bir ip, şerit olarak karşımıza çıkıyordu zaman.
BOYUT OLARAK ZAMAN
Çevremizdeki mekânı görür, dokunur, ölçer biçeriz de ve “içinde” bizzat yaşadığımız halde zamanı neden görüp dokunamayız? Bu iki hadisenin farklı tarafı ise me¬kan denen yer koordinatlarının hareketsiz ve durgun olmasına karşı, zamanın “akıcı”, hareketli ve “görünmez” oluşudur. Bu yüzden olsa gerek zamanı kolayca idrak edemiyoruz.
Zamanı kolayca kavrayamayışımızın bir nedeni de mekân boyutlarının sabit ve müşahhas olmasına karşılık zaman boyutunun bildiğimiz fizikî varlık (madde) sınıfına dahil olmamasıdır.
Zamanın bir boyut olduğunu basitçe nasıl kavrayabilirdik? Bir yerde buluşacağımız kişiye “zaman” randevusu vermezsek, sadece mekânı belirtmemiz yeterli olmayacaktır.
Havada giden bir uzay aracında meselâ bir helikopterde olduğunuzu düşünelim. Yer koordinatlarını yani enlem, boylam ve yüksekliğini belirterek, konumunuzu bildirirsiniz. Ancak o anki zamanınızı, tarih ve saatinizi de belirtmek zorunda kalırsınız. Aksi halde bu bildirimi pratik hayata sokmak mümkün olmaz. Bunun için, uzay-zaman dört boyutlusu ortak bir ölçüm sistemidir. Et ve tırnak gibi birbirinden ayrılamazlar.
Şu hâlde zaman bir saat meselesi değildi. Aksine; boy, en, derinlik gibi bir boyuttu. Neden zamanı idrakte zorlanıyorduk? Bunu göz idrakimizin üç boyuta hassas olması ve diğer boyutlara hassas olmaması ile açıklayabiliyorduk. Bizler 4. boyut olan zamanı idrak edemiyorduk. Tıpkı bir çok canlının derinlik boyutunu algılayamamaları gibi. Bazı hayvanlar çevrelerini fotoğraf gibi, iki boyutlu görüyorlardı. Hatta bir çoklarının âlemi siyah beyaz görmeleri gibi biz de diğer boyutları kavramakta zorluk çekiyorduk. İnsanlar duyguların en gelişmişi ile donatılmış olmalarına rağmen duyguları ve duyuları sınırlı dır. Bu durumda her şeyi idrak ettiğimizi nasıl idrak edebilir, her şeyi duygularımızın müşahedeleri ile sınırlandırabiliriz.
Zamanın öteki boyutlara uyumu,yani onlarla orantılı olması ise onun boyut olduğunun başka bir göstergesidir. Zaman, uzay boyutlarına paralel olarak süreç itibariyle büyür ya da küçülür. Balinalar ortalama beş asır, İnsanlar 60-70 yıl, mikroskobik böcekler iki gün yaşarlar. Güneş ve evrenin ömrü ise milyar yıllarla ifade edilir. Bunlar makro alemdir. Nihayet derecede küçük olan atom altı parçacıkların dünyasında ise milyarlarca yıl yerine milyarda-bir saniyeler “ömür” oluverir.
Atom altı taneciklerin bir kısmının ömrü gözlenemeyecek kadar küçüktür ve bu sebepler onların parçacık değil, rezonans olduklarına hükmederiz. Atom altı ölçekte mekân küçülmesiyle birlikte buna uyum gösteren bir “zaman küçülmesi” doğar. Bu da zamanın bir boyut olduğunun bir başka ispatıdır.
Evren uzay-zaman örgüsüdür. Uzay bize üç boyutlu gibi gözükür. Zamanı bir kenara bırakalım; halbuki uzay denen mekânın da 3’den fazla boyutu vardır. Mekânın dördüncü boyutu ne anlama gelir? Bunu anlatmak bir yana, sezgiyle, hayalde canlandırmak bile çok zordur. En, boy, ve yükseklik mekânın üç boyutunu teşkil eder dördüncü bir boyut ne olabilir? “Tünel” diyoruz ama bu üst mekân boyutunu kavramak kolay olmayacaktır. Bir şeyin a (uzunluğu) a2 (alanı), a3 (hacmi) ise, a4 nedir?
Uzayı bir düz kağıt gibi kabul edersek, bu kağıdın derinliği yoktur. Yani kağıdın sadece yüzeyi vardır. O esnek kağıdı isterseniz külah yaparsınız “Schwarzschild Hunisi” oluşturursunuz, isterseniz küre yüzeyi gibi yuvarlatırsınız “Riemann Uzayını” elde edersiniz. Daima kağıda yapışık bulunduğuna göre bu kağıt daima iki boyutlu kalır. 3. boyutu ancak bir derinlik oluşturduğunuzda, yani kağıdın altına ya da üstüne inip-çıktığınızda oluşur. Yoksa kağıt istediği kadar külah ya da başka bir şey olsun, siz onun yüzeyinde olduğunuz sürece “iki boyutludur.” 4.mekân koordinatı olan tüneli anlamak zor olacağından, kavramayı kolaylaştırmak için, evrenimizi “iki boyutlu” yani düz bir levha, kağıt olarak düşünelim. Bu yüzey üzerinde kalınlığı olmayan fotoğraflar biçiminde insanlar olalım. Tıpkı bir gazete üzerindeki derinliği olmayan resimler gibi. Biz bu kağıt üzerinde her yöne gitmekte serbestiz; yani dört yön duygumuz vardır.
Fakat bu kağıt yüzeyinden hiç dışarı çıkamayacağımız için biz alt ve üst (yukarı ve aşağı) terimlerini hiç bilmeyeceğiz. Zaten söyleseler de bize inanılmaz gelecektir. Böylece 3. boyut diye hiç bir şeyden haberimiz olmayacaktır, sözlüklerimizde de “Yukarı, Aşağı” terimi bulunmayacaktır. Şimdi bizim 4. boyuttan haberimizin olmayışı da bunun gibidir.
Bizim kağıt evrenimizden yukarıda üç boyutlu bir cisim olsa, bu cisim, bizim kağıdımızı yararak geçip gitse bile biz onu yine üç boyutlu olarak görmez, sadece bizim evrenimizle kesiştiği şeyi görürüz. Örneğin bu bir küre ise, bir daire olan izdüşümünü onun, kesiti ya da gölgesi olarak görürüz.
Böyle üç boyutlu bir cisim, kesitini gördüğümüz için bize iki boyutlu gibi gelir. Hem de şaşırırız. Çünkü birden “var” olmuş olur. Eğer bizim kağıt evrenimizden geçen bir küre ise, onun enlemlerinin kesitleri kutuplardan itibaren giderek büyür ekvatorda en geniş daire olur ve sonra yeniden küçülen halka biçimi de öteki kutup noktasında kaybolup” aşağı geçer. Bizim biçimlerimiz sabit olduğu için, onun birden görünmesine, büyümesine-küçülmesine ve yok olmasına akıl almaz bir olay olarak bakarız. Tıpkı dünyamızda inanılmaz saydığımız birçok paranormal olaylarda olduğu gibi…
Bizim dışımızdaki dört boyutlu bir cismin “üç boyutlu” gölgesi üç boyutlu mekânımıza düşer. Tıpkı bir kürenin çember görünmesi gibi, tünellerin uzunluğunu değil; kesitini görürüz.
Küre basit bir cisim olmasına rağmen bizi şaşırttığına göre, şimdi daha karışık bir biçim düşünelim. Örneğin bir vazonun gölgesini duvara vurduralım ve vazoyu çevirerek, değişik ve anlaşılmaz gölgeler oluşturalım. Duvarda yaşayan bir vesikalık fotoğraf, kendisiyle aynı düzleme düşen bu gölgeye ve onun değişmelerine hayretle bakacaktır, ürkecektir. Çünkü o boysuz insan, bizi ve vazoyu değil; sadece duvarın üzerine düşeni görmektedir. Onun için duvarı evrenidir, duvarın dışı ve arkası yoktur. söylesek de inandıramayız.
Bizler, tek bir uzay-zaman konusu içine sıkıştığımızdan hadiseleri, mekânın dar kalıpları içinde ve belli boyutlarda değerlendiriyoruz. Mesela en, boy ve yükseklikle anlatılmak istenen hacim-uzay kavramı, anlaşılır bir husustur. Fakat dördüncü boyut olan zaman, fizik ve relativite içinde yer aldığı halde boyut (mücerret) bir uzunluktur, madde ötesindendir. Beşinci boyut denen ve takyonlar teorisiyle açıklanan akıl-şuur ise, zaman gibi mücerrettir, maddi değildir.
Tünel süreci de bize böyle inanılmaz bir boyut görünmektedir. Evrende gördüğümüz her şey, çok boyutluların, üç boyutlu bir gölgesi ve izdüşümüdür. Aslında paranormal ve parapsikolojik terimleri ile ifade etmeye çalıştığımız fizik ötesi olay ve varlıklardan bize yansıyanlar böyle görünmektedir. Tünellerde ise (bizim üç boyutumuz dışındaki dördüncü boyutta saklı olan) yaratıklar, varlıklar vardır. Bunlar, ruha ve ruha ait duygular, yada melek ve cin gibi şuurlu varlıklardan bize ulaşanları bu kategoride değerlendirebiliriz. Eşyaların yer çekimine ters olarak havalanması ve meleklerin uçması gibi olaylar bize şayan-ı hayret görünür. Çünkü bunlar bizim tabi olduğumuz fizik kanunlarının dışında kalmaktadır. Oysa o nesneler beşinci boyuta (ya da evrenin dördüncü mekân boyutuna veya üçüncü düzlemine) havalanmaktadır.
İZAFİYET TEORİSİ VE ZAMAN
Zamanın akış hızı, onu ölçerken kullandığımız referanslara göre değişir. Çünkü insanın bedeninde zamanın akış hızını mutlak bir doğrulukla gösterecek tabiî bir saat yoktur. Onun için değişik zaman tipleri söz konusudur. Rengi ayırt edecek bir beyin ve göz yoksa, renk diye bir şey olamayacağı gibi, zamanı gösterecek bir olay veya hareket olmadıkça bir an, bir saat ya da bir gün diye bir şey söz konusu olamaz. Nitekim bir çok hayvanın beyninde renk ayırma yeteneği bulunmadığından renksiz bir dünyada yaşar, bir çok hayvan da derinlik algılama yeteneği olmadığından iki boyutlu algılar.
Tek bir hâdisenin uzaklığımıza göre “ayrı ayrı” idrakini ele alalım. Meselâ Güneş’te vuku bulan bir patlama olayı, dünyada 8 dakika sonra, komşu yıldızda 4 yıl 4 ay sonra, uzak bir yıldızda 1400 yıl sonra ve komşu galakside yaklaşık üç milyon yıl sonra gözlenir. Astronomi biliminde, gök cisimlerinden gelen ışınlar yoluyla haber aldığımıza göre biz kainatın geçmişine bakıyoruz.
Görüldüğü gibi tek olay binlerce mücerret olay haline gelebiliyor. Bu da zamanın müşahhas değil; mücerret bir boyut olduğu konusunda aklımıza bir pencere açmaktadır. Işık hızı karşısında başka şeyler îzâfî kalır. İşte îzâfîyet teorisinin bir anlamı budur.
Bir de cisimler hızlandığında mutlak sandığımız değerlerin değişikliğe uğraması meselesi vardır. Bir cismi meselâ bir insanı ışık hızının %99.9 u kadar bir hızlandırdığımızı düşünelim. Bunlar doğum tarihleri aynı olan, meşhur misâliyle ikiz iki kişi ile anlatılır genelde. Bu iki kişiden biri yerde, diğeri de bir uzay aracı ile ışık hızına yakın bir hızla yol almaktadır. Bu sonuncusu zamanı bizim zamanımıza göre 14 defa daha yavaş akacaktır. Bu demektir ki, o bir yıl yaşlandığında biz 14 yaş almış olacağız.
Değişiklik sadece bununla sınırlı kalmayacaktır. Işık hızına yakın bir hızla giden ikizin boyu yarı yarıya kısalmış olacaktır. Elindeki nesne bir metre iken 50 santimetreye inecektir. Ağırlığı üç misli artacak, 70 kilo ise 210 kiloya ulaşacaktır. Aslında sistem içindeki şahsa göre kendi halinde bir değişiklik yoktur. Her şey normal seyrinde gitmektedir. Çünkü içinde bulunduğu sistem de kendisi ile orantılı olarak paralel bir değişime uğramıştır. Evet olanlar budur ve gerçekten şaşkınlık vericidir.
Sistemi oluşturan atomların da boyları kısalmakta, kütleleri büyümekte ve zamanları yavaş geçmektedir, astronotumuz herhangi bir olağanüstülük sezmemektedir. Çünkü her sistem öteki sistemi kendi değerleriyle ölçmektedir. “İkizlerin çelişmesi” ni îzâfîyet teorisi “Bütün gözlemcilerin gördüğü gerçektir” biçiminde bir aksiyom ile uzlaştırmaya çalışır.
Özel izafiyetin bu aksiyomu tek bir olayın mesafeye ve hıza bağlı olarak her gözlemciye göre ayrı ayrı göründüğünü, gözlemcilerin çeliştiğini ve her gözlemcinin haklı olduğunu göstermektedir. Görüldüğü gibi zaman mutlak bir değer olmayıp, meydana gelen olaylara göre farklı algılanan îzâfî bir kavramdır.
Bununla birlikte zamanın îzâfî oluşu, saatlerin yavaşlaması veya hızlanmasından değil; tüm madde sisteminin atomaltı seviyesindeki parçacıklara kadar farklı hızlarda çalışmasından ileri gelir. Zamanın kısaldığı böyle bir ortamda insan vücudundaki kalp atışları, hücre bölünmesi, beyin faaliyetleri gibi işlemler daha ağır işleyecektir. Böylelikle kişi zamanın yavaşlamasını hiç fark etmeden günlük hayatını sürdürür.
Beynimiz belirli bir sıralama yöntemine göre işlediği için zamanın hep ileri aktığını düşünmekteyiz. Oysa bu, beynimizin içinde verilen bir karardır ve dolayısıyla tamamen izâfîdir. Eğer hafızamızdaki bilgiler geriye doğru oynatılan filmlerdeki gibi dizilse, zamanın akışı da bizim için geriye doğru oynatılan filmlerdeki gibi olacaktır. Böyle bir durumda, geçmişi gelecek, geleceği de geçmiş olarak algılamaya başlar, hayatı şimdikinin tam tersi bir düzen ortaya çıkacaktır.
Nasıl uzay maddî varlıkların muhtemel bir sırası, düzeni ise, zaman da bir bakıma olayların muhtemel bir sırasıdır. Ferdin yaşadıkları bize bir olaylar dizisi içinde düzenlenmiş görünür. Bu diziden hatırladığımız olaylar ‘daha önce’ ve ‘daha sonra’ ölçüsüne göre sıralanmış gibidir. Bu nedenle insan için bir “ben” zamanı vardır. Bu zaman kendi içinde ölçülemez. Olaylarla sayılar arasında öyle bir ilgi kurabiliriz ki, büyük bir sayı önceki bir olayla değil de, sonraki bir olayla ilgili olur.
Nobel ödüllü genetik profesörü ve düşünür François Jacob, “Mümkünlerin Oyunu” adlı kitabında, zamanın geriye akışı ile ilgili şunları anlatır:
“Tersinden gösterilen filmler, zamanın tersine doğru akacağı bir dünyanın neye benzeyeceğini tasarlamamıza imkân vermektedir. Sütün fincandaki kahveden ayrılacağı ve süt kabına ulaşmak için havaya fırlayacağı bir dünya; ışık demetlerinin bir kaynaktan fışkıracak yerde bir tuzağın (çekim merkezinin) içinde toplanmak üzere duvarlardan çıkacağı bir dünya; sayısız damlacıkların hayret verici işbirliğiyle suyun dışına doğru fırlatılan bir taşın bir insanın avucuna konmak için bir eğri çizeceği bir dünya. Ama zamanın tersine çevrildiği böyle bir dünyada, beynimizin süreçleri ve belleğimizin oluşması da aynı şekilde tersine çevrilmiş olacaktır. Geçmiş ve gelecek için de aynı şey olacaktır ve dünya tastamam bize göründüğü gibi görünecektir.”(François Jacob, Mümkünlerin Oyunu, Kesit Yayınları, 1996, s. 111)
ZAMANIN DEĞİŞKENLİĞİ
Yarı-ömür değişmez bir fiziko-matematik kaide olduğuna göre ömrü saniyenin milyarda biri gibi (oluşmasıyla yok olması bir) bir takım hiperon kuantları, kozmik primer, sekonderler gibi kozmik ışınlar ya da parçacıklar Güneş ya da Ay’dan bize nasıl gelebiliyorlardı? Böyle bir parçacığın uzaydan dünyaya hiç ulaşmaması gerekirken, dünyada bu parçacıklara rastlanıyor ve gözlenebiliyor!
İnanılmaz gibi gelen bu gerçek karşısında ilim adamları olayı “zamanın uzaması ya da kısalması” katogorisinde değerlendiremeye başladılar. Yani “yarı ömür” matematikî bir gerçek olduğuna göre, değişen mekân dilimlerindeki zamanın akışı olmalıydı. Bundan da zamanın her yerde aynı hızla akmadığı anlamı çıkıyordu. Bu da zamanın mekânların katlarında farklı tesir ve yansımalara sahip olduğu, varlıkların ömürlerinin mekânın çeşitli taraflarında değişik olduğunun ifadesiydi.
Bazı ışın-parçacık türü nesneler vardır alemde. Bunların ömürleri belirlidir, sınırlıdır. Bunların yarı ömürleri o kadar kısadır ki onların ömürleri bir yıldızdan diğerine gitmeye vefa etmez. Mesela bir tür ağır elektron olan Pİ ve ETA mezonları bunlardan bazılarıdır. Yarı ömürleri öylesine kısadır ki milyonda bir saniye kadardır. Böylesine minnacık ömürlerine göre ancak birkaç yüz metre yol alabilirler. Peki bunlar güneş ya da diğer yıldızlardan dünyamıza kadar nasıl gelebiliyorlardı Bunun tek bir izahı görülüyordu: “zaman genişlemesi.” Eskilerin deyimi ile “bast-ı zaman”. İzafiyet teorisinden biliyorduk ki hızlanan nesnelerde zaman “genişleme” gösteriyordu. İlgili nesne daha “genç” kalmış oluyordu. “Zaman genişlemesi” roket ya da hızlı jetlerde de teyit edildi. Zamanın daha yavaş geçtiği, “ proton ve nötronların ivmelendirilmesiyle ve hassas ölçmelerle de (laser saatleriyle) doğrulanıyordu. İzafiyet teorisinin doğrulanmasında bunlardan daha iyi delil olamazdı.
Bu tür delilleri veren parçacıklardan birisi Muon adlı parçacıktır. Atmosfere giren kozmik primer türü ışınların, atmosferdeki oksijen, azot çekirdekleri ile çarpışmalarından hasıl olan bir yan üründür. Atmosferimizin yerden 30-60 kilometre yukarılarında oluşan muonlar, saniyenin milyonda biri kadar bir zamanda elektrona dönüşür aslında. Bu süre zarfında ışınlar (saniyenin milyonda biri) ancak 300 metre yol alabilir. Halbuki söz konusu muonlar bütün atmosferi boydan boya geçtikten başka denizlerin de üç metre kadar altında kendilerine rastlanmaktadır. Bu demektir ki muonlar ışığa çok yakın hızları nedeniyle zamanları genişlemekte, ömürleri 30 kilometre yol alacak kadar uzamaktadır.
“İkizler çelişkisi” adıyla anlattığımız idealize deneyde, hiçbir laboratuvar bize ışık hızına yakın hızları sağlayamadığından, zihnimizde yapacağımız bir fikir jimnastiği ile öz zaman kısalmasını daha iyi anlatabiliriz. Burada ikiz kardeşler söz konusudur. Bunlardan biri bizlerle birlikte dünyada kalacak, öteki ikiz ise ışık hızına yakın hızlarda giden bir uzay aracında astronotdur. Olanları birlikte izleyelim: Bu ikincisi yerdeki ikizinin “şimdisini” aşacak ve onun geleceğine geçecektir. Bu çelişki, ışık hızına yakın hızlarda saatin yavaşlamasından ve tam ışık hızında ise saatin temelli durmasından doğmaktadır. Esasen saatimizde mekânik ve elektronik bir arıza söz konusu değildir. Olay doğrudan öz zaman kısalmasıdır. Zamanın kısalmasına ilişkin matematikî anlatım, Lorentz’in dönüşüm formülünü uyguladığımızda daha da belirginleşir. Işık hızının % 87’si kadar bir hızla giden bir taşıt içindeki astronot ikiz, dışarıdan bakan bir gözlemciye göre iki kat daha yavaşlamıştır. Böylece yerdeki ikizin iki yıl yaşlanmasına karşın, astronot ikiz bir yıl yaşlanmış olacaktır.
Şimdi bu formülü ışık hızının %90’ı hızla giden bir taşıt sistemine uyarlayalım. Astronot ikizin zamanı yerdeki ikizinin zamanına göre on kat daha yavaşladığını görecektir. Böylece yerdeki ikizin her on yılına veya yaşına karşılık astronot ikiz, bir yıl yaşlanmış olacaktır. Aynı formülü ışık hızının % 99, 99’u bir hız için uyguladığımızda ise yerdeki ikizin her 18 yaşına karşın, astronot ikiz sadece bir yıl yaşlanmış olacaktır. Eğer bu yolculuk süresini bir güne, ya da bir aya çıkarırsak, dönüşte, astronot ikiz kendi ikizinin öldüğünü ve onun kuşağından torunlarının bile kendinden yaşlı olduğunu hayretle görecektir. Böyle bir yolculuğa çıkan astronot ikiz, asla kendi çağına dönemeyecektir. Yaşlanmanın yavaşlaması, bütün biyolojiyi de etkiler. Çünkü astronot ikizin kalp atışları, solunum ve öteki organizma mekânizmaları , yerdeki ikizine öre 70.000 faktör daha az işlemektedir.
Zamanın “Minkowski” matematiği göstermiştir ki zamanın uzayıp-kısalması; ömrün büyüyüp küçülmesi, boy-en-derinlik boyutlarına aynı oranda uyarlılık gösterir. Zamana ait ivme belli olmayıp, zaman akışı yeryüzünde, atomda, uzayda, farklı değişken ve esnektir; farklılık arz edebilir.
Bu gerçekle birlikte ortaya çıkan bir durum ise, çağ hesaplarımızın yeniden gözden geçirilmesi ihtiyacıdır. Esasen gök cisimleri ve yeryüzünün, canlıların ve insanlığın tarihi îzâfî ve kaba hesaplamalara, genelde basit ısı kurallarına dayandırıldığından (mesela galaksi ve süpernova soğuma süreleri gibi) ifade edilen sürelere inanmak zordur. İlk çağlarda canlıların devasa boyutları bize o çağlarda zamanın akışının farklı olabileceğini ihsas etmektedir. Boyutlar büyüdükçe zaman boyutunun da diğer boyutlara uyum göstermesi biyogeometri kanunu olarak de belirlenir. Buna göre, o çağlarda canlıların uzun ömürlü olmaları kadar daha yavaş akan bir zaman keyfiyeti hem elde edilen bazı bilimsel ipuçları, hem de semavî kitapların işaretleri ile teyit edilmektedir.
Öklid’in vektör uzayında üç boyutlu uzay ile eş boyutlu zaman aynı şeyler olarak algılanmış, zaman için ayrı bir fonksiyon düşünülmemiş ve evren kararlı durağan olmaya zorlanmıştı. Oysa evren izafiyet uyarınca dinamik ve hareket halindedir. İzâfiyet yalnızca zamanın değil; kütle, uzunluk ise mekân kavramlarının da sabit olmadığını, sistemin ölçü değerine göre değiştiğini ortaya koydu. Böylece, zamanın mutlak olduğu ve evrenin her tarafında özdeş aktığı, tüm yaratıklar ve birimler için aynı ve yalın bir kavram olduğu anlayışı kökten değişikliğe uğradı. Ve zihnimizde kalıplaşmış düşüncelerde inkılaplara yol açtı. Bu öylesine önemli bir dönüşümdü ki sonsuz uzayları ve farklı yaşama biçimlerini gündeme getirdi.
Zamanın mutlak olmadığı, onun da yaratılmış olduğu ve özellikle de değişkenliği yüce kitabımız Kur’an’da sözü edilen sonsuz yaşama biçimini (ebedi hayat) daha iyi anlama imkânı sunmaktadır. Bu gelişmelerin bir sonucu olarak daha iyi kavrama imkânı bulduğumuz diğer bir nokta ise, zamanı bir ip ve şerit gibi yaratıp ona hadiseleri dizen ve her şey gibi zamanın da yaratıcı olan Allah’ın zaman kaydından bağımsız olacağı ve O’nun için bir başlangıç ve son düşünülemeyeceğidir.