İnsan ve Kainat

Dünyaya bilimin penceresinden bakın

Uluslararası Felsefe Derneği Başkanı Filozof Selahaddin Halilov’dan manfesto

 

bakkal1-300x225 ALTI ÇİZİLEN SÖZLER
Ramazan Bakkal

UFAD Başkanı, Azerbaycanlı Prof.Dr. Selahaddin Haliov, Avrasya Bir Vakfında, İstanbul Türk Ocağında, Kültür Konseyi Derneğinde konferanslar verdi. İlk ikisinde İstanbul dışında idim, Halilov’u dinleyemediğime üzülmüştüm. Kader bir fırsat tanıdı. E postama gelen bilgiye göre Halilov hoca Kültür Konseyinde konferans verecek imiş. İşi gücü bir yana bırakıp bu konferansı takip ettim. Tuttuğum notları Facebook sayfamda üç gün yayınladım.

Selahaddin hoca Türkiye’de yeterince tanınmıyor. Batılılar onu bizden daha iyi tanıyor ve “Filozof Halilov” diyorlar. Konferanstan Filozof denilmesi gerektiğine kesinlikle emin oldum. Biz insanların kıymetini bilmeyiz. Öldükten sonra veya iki yaz yıl sonra şöyle imiş,, böyle imiş de anlayamamışız deriz. Söz gelişi Ord. Prof. Dr. Aydın Sayılı gibi. Prof. Dr. Mümtaz Turhan gibi…

Kültür Konseyi konuşmayı kaydetti. Ve kağıda döktü. Çok uzun bir konuşma. 20 sayfaya aşkın bir metin çıktı. Ben kendimce önemli gördüğüm bölümleri ayırdım ve üç bölüm halinde dikkatinize sunmak istiyorum.

Şimdi söz Filozof Selahahddin Halilov’un :

Türk felsefesi yoksa bile;

 Evvela, Türk felsefesi yoksa bile, olması lazım! Yani bir millet için zorunlu! Bir millet eğer gerçekden millet ise, felsefesi de var demek. Ama bu felsefe nerede gizlenir?  Hegel der ki, zorunlu olan her şey gerçekdir. Ama biz bu gerçeği nerede arıyoruz? Aslında nerede aramamız lazım? Genetik olarak Türk kökenli yazarların eserlerinde mi?  Türk dilinde yazılmış felsefi eserlerde mi? Türk düşünce tarzına uygun  kitaplarda mı? Edebiyat damı? Dinde mi? Kültürde mi?

Bir millet için Felsefenin zorunlu olmasını gerektiren nedir?

Her bir halk henüz Millet değil, sadece kendini idrak etmiş halklar bir Millet olarak oluşa bilirler.  Kendini tam anlamıyla idrak etmenin tek yolu ise felsefedir!

Bir kere, bizim felsefemiz yoksa, kendimize felsefe gözünden bakmak, kendimizi idrak etmek imkanımız da yok; yani biz mahiyetimizi, özelliğimizi anlamak şansımızı kaybetmiş oluruz. Onda ne olabilir; kendimize sadece başkalarının gözüyle, onların kriterleri, felsefeleri açısından bakabiliriz; yani kimlerin felsefesi varsa, onlar bizi nasıl görüyorlar, nasıl değerlendiriyorlar diye. Bunlar ne derecede araştırılmış? Osmanlı döneminde mi, ondan sonraki Cumhuriyet döneminde mi, 21. yüzyılda mı?

Önce bir hedefin olacak;

 Halklar farklı medeniyet seviyesindedirler; kendisini idrak edenler de var, idrak etmekten hâlâ çok uzak olanlar da var. Yani bir, sadece gündelik hayatını yaşayan, başını sallayıp yoluna giden, nehir nereye akıtırsa oraya akan halklar var. Bir de yolunu kendisi seçmek, onu yönlendirmek isteyen, sadece kendi halkını değil de, tüm dünyayı yönlendirmek, onun gidişatına etki göstermek isteyen halklar var. Nasıl, neyle? Bunun için önce bir hedefin olması lazım, planın olması lazım; hedefin nedir, sonuçta ne olmak istiyorsun, kendini nerede, hangi makamda görmek istiyorsun, geleceğin nasıl olmasını istiyorsun, – şunu önceden bilmen lazım, bir model kurman lazım ki, ondan sonra da dünyayı o modele doğru yönlendirebilesin. Yani dünyada önce bir hedef, bir strüktür, kuruluş, düzey modeli belirlenir se ve daha sonra halkın,  toplumun bu hedefe nasıl yönlendirilmesi hakkında düşünülürse – buna çoğu durumda ideoloji denir.  Genellikle,  her halkın bir üstün ideoloji hattı – milli ideolojisi oluyor. Elbette, eğer milli devleti varsa veya devleti milli ise. Bir devletin milli devlet olup-olmaması, onun şartları – bu, ayrıca bir konudur. Hedef ise sadece felsefe ışığında doğru seçile bilir.

C6ZcS2hWQAAj_18 ALTI ÇİZİLEN SÖZLER
Resmin bütününü görmek…

Lazım gelir ki, hayatımıza da makro yapı pozisyonundan,  makro strüktür seviyesinden bakalım. Gündelikte birbirimize baktığımızda ne görürüz; binalar, insanlar… Yani bütün şehri, İstanbul’u bütün hâlde görmüyoruz ki, onun bir bölgesini görüyoruz. Mesela,  Barbaros Caddesi ya da Beşiktaş bölgesi falan. İnsan kendi civarını görebilir, yakın etrafını görebilir, ondan ötesini göremez. Ama bütünü görmek istesen, helikopter ile  yukarıdan, havadan, ya da dağın başından falan bakman lazım. O zaman ayrıntıları göremeyeceksin, ama tüm manzarayı, panoramayı göreceksin. Eğer biraz daha yukarıdan bakarsan da tüm Türkiye’yi, daha sonra da bütün Yeri göreceksin. Siz ona maalesef “dünya” diyorsunuz, dünya gezegenini göreceksiniz.

Uyduruk kelimeler;

Ve Türk felsefesinin oluşmasının önünde en büyük engellerden biri, çağdaş Türk dilinde uyduruk kelimelerin olmasıdır. Sinonimlerin yok olmasıdır. Öyle ki düşman eli olup dil kuruculuğunda, dilimizi kısıtladılar ve  derin fikirleri ifade edebilme imkanını, şansını elinden aldılar. Böyle bir durum var. Yeni devirde bu Türkçeyle felsefe kurmak çok zor.  O da ayrı bir konu… Bu günlerde bir kitap okudum: “Türkçenin Karanlık günleri” (yazar: Prof.Dr. Necmettin Hacıeminoğlu) – deme bu durum sadece Felsefe alanında değilmiş ve maalesef bütün Türkçeni kapsamış…

Türkler kendilerini anlamayınca, kendi millî kimliklerini, ortak değerleri bilmeyince, bir başka Türk’e karşı ameliyatlarda önde gidiyordular. Bilgisizlik çok kötü şeydir. Cengiz Aytmatov’un mankurt  hikayesi yadıma düştü (yani hatırladım) … Bilmediğinde, kendi anneni veya kardeşini düşman sanıyorsun. Bir millet için “mankurtlaşmak” – tarihi hafızanın kayıp olması.    Dediğim o umumi, ortak cihetleri görebilmek için daha genel bilgi, uzaktan bakış lazımdır. O nedenle, aydınlanmak, daha çok bilgili olmak lazım; hem tarih, hem coğrafi, hem kültür alanlarında. Ve bu tür derneklerin, bu tür vakıfların faaliyetlerinin genişlemesi ve insanlara gerçeklerin öğretilmesi çok önemlidir. Bizim dünya görüşümüzde, düşüncemizde, dünyanın genel manzarası, kendi halkımızın manzarası, memleketimizin manzarası daha düzgün çekilmelidir – yanlışlardan kurtulmak bakımından.

Kaybedilmiş Maarifin sahibi kim?

Burada değineceğimiz eser Prof. Dr. S. Frederik Starr`ın “Kaybedilmiş maarif (eğitim), Orta Asya`nın altın çağı: Arap işgalinden Tamerlan`a kadar” adlı yapıttır.

Tarihin muhteşem bir dönemine ilişkin telif edilmiş kitap bir yandan geçmişimizle bağlı gurur duygusu oluştururken, diğer yandan böyle bir hazinenin kaybedilmiş olması ağrılı-acılı duygulara neden oluyor.

Prof.Dr. Frederik Starr orta çağda – 500 sene süresince Orta Asya`nın tamamen dünyada ilim ve medeniyetin merkezi olduğunu ileri sürmektedir.  “Dünyanın merkezi” adlandırdığı ilk bölümde o, günümüz Uzbekistan ve Türkmenistan sınırlarında gerçekleşen bir yazışmadan bahseder. X. yüzyılın başlarında gerçekleşen bu mezkur yazışma dönemin iki büyük uleması İbn Sina ve Biruni arasında geçmiştir. İşte bu yazışmada dünyanın yaratılması, biçimi ve mahiyetine dair büyük önemi haiz ilmi düşünceler ortaya konulmuş, dünyaya yeni ilmi yaklaşımın temeli atılmıştır.

Frederik Starr`ın belittiği üzere XVI yüzyılda Cordano Bruno tarafından ileri sürülen “çeşitli dünyalar” öğretisini de içermek suretiyle Yeniçağ Avrupa ilminin rönesansını gerektiren pek çok benzersiz düşünceler altı yüzyıl önce işte bu yazışmada ortaya konulmuştur. Aslında, Orta Çağlarda Orta Asya`da büyük bir medeniyetin mevcutluğu inkaredilemez bir gerçektir ve bu konuda epey eser telif edilmiştir. Fakat bu kabilden eserler temelde “Ortaçağ İslam Medeniyeti”, “Ortaçağ Arap Medeniyeti”, “Araplarda ilim ve felsefe” vb. gibi adlar altında ortaya konulmuştur.

Ne zaman ortaya çıkıyor?

Felsefi düşünce ne zaman ortaya çıkıyor? Felsefi düşünce o zaman ortaya çıkıyor ki, milletler götürülür, ırklar götürülür, dinler götürülür – hepsinin fevkinde olmalısın.

Bir defa benden sordular bir konuşmada; dediler ki, “Kadın filozof olabilir mi? Tarihte bayanlardan hiç filozof çıkmış mı?” Kimi diyor ki, “Olmaz”; kimi diyor, “Olur.” Dedim ki, “Yok, olmaz.” Bayanlar ayağa fırladı, “Nasıl olmaz bayan filozof?” Dedim, “Erkek filozoflar da olmaz.” “Peki, kim ola bilir?” Dedim ki, “Yahu, sen bayan olarak duyuyorsan kendini, demek ki, senin düşüncen felsefi düşünce değildir. Sen kendini erkek olarak duyuyorsan, senin düşüncen felsefi düşünce değildir.” İnsan – ırklara bölünmemiş, dinlere bölünmemiş, cinslere bölünmemiş insan! En umumi, en genel mahiyet, insani mahiyet öne çıkacak ki felsefi düşünce de ortaya çıka. Sen bunu mesleğe göre böldünse – ben matematikçiyim, o sosyologdu, o doktordu falan; uzmanlık alanına göre böldünse, ırka göre böldünse, dine göre böldünse, cinse göre böldünse, siyasi görüşe göre böldünse, demek ki sen felsefi düşüncenin aşağı seviyesindesin, henüz en üst düzeye çıkmamışsın.

Osmanlı kendi felsefi temeli üzerinde, kendi bilimini, kendi teknolojisini kursaydı….

Osmanlı İmparatorluğu belli bir istikamette çok ileri gitse de, çok güzel bir geleneği olsa da, ama en büyük eksikliklerinden biri,  felsefeye kayıtsız kalması oldu. Ve niye çöktü? Onca güzel bir kuruluş, hak-adalet üzerinde bir memleket kurasın; ama zayıflayasın, gittikçe geri gidesin. Neden? Çünkü felsefi temel yok, millî felsefi düşünce yok. Sadece 18-19. yüzyılda artık Batı’dan öğrenmeye çalıştı; o da uzak ara önümüzde gidiyordu, ancak onun arkasından gidersin, ondan öğrene öğrene, onu hiçbir zaman geçemezsin. Ama kendi felsefi temelin üzerinde kendi bilimini, kendi teknolojini kursaydı, kurabilseydi, o zaman başka bir manzara olurdu.

İnsan yalnız sevdiklerini mi?

Bir üniversitede dediler ki, “Bize filan filozof’dan konuşur musunuz?” “Ne zaman isterseniz” dedim. “Sevdiğiniz birisimi?” Dedim, “yok, sevmiyorum.” “Sevmiyorsanız, nasıl konuşacaksınız?” Dedim ki, “İnsan yalnız sevdiklerini mi öğrenir? İnsan bazen sevmediklerini, hatta düşmanını daha çok öğrenmelidir, bilmelidir.” Bilmek başka şeydir, sevmek başka şeydir. Biz sevdiklerimizi de öğrenmeliyiz, sevmediklerimizi de öğrenmeliyiz, hepsini öğrenmeliyiz. Yani bunları birbirine karıştırmamalıyız.

İslam filozoflarını öğreneceğiz. Ama aynı zamanda Batı filozoflarını da öğrenmeliyiz. Onlar Hristiyan filozoflar mı? Asla yok, hiç Hristiyan değiller. Nietzsche kadar, Rassel kadar Hristiyanlığı söven başka birini bulmak zor…

Dekart’la ilgili ben Oxford Üniversitesi’ndeki konuşmamda dedim; “Siz ortaokullarda Dekart koordinat sistemini öğretiyorsunuz. Ama o zaman bilmiyordunuz, şimdi ispat olunmuştur ki, ilk defa İbni Sina yazdı koordinat sistemlerini, Dekart ondan almış. Neden değiştirmiyorsunuz? Niye okullarda buna İbni Sina koordinat sistemi demiyorsunuz?” Dediler ki, “ Bu artık dünyada böyle kabul görmüş, siz ne istiyorsunuz?” Biri de molada dedi ki, “Eğer hep böyle konuşarsız, sizi bir daha davet etmeyeceğik konferanslara. O artık öyle oluşmuş, zaten sizinkiler de kabul ediyorlar.” Evet, bunu bizimkiler de kabul ediyorlar, maalesef.

1200px-Prof._S.Khalilov ALTI ÇİZİLEN SÖZLER

Felsefi fikirde bir adım öne…

 Bir Biruni üniversitesi var, İstanbul’da. Biruni’ye adanmış bir konferans gerçekleştirdiler; dünya çapında da onu öğrenen adamlar vardı. Hollanda’dan da bu alanın bir uzmanı gelmişti… Ona sordum; dedim ki, “sen kendin de itiraf ediyorsun ki, tecrübi bilim Biruni tarafından çok yüksek seviyede geliştirilmiştir. Ama bütün Batı bilim tarihçileri yazıyorlar ki, tecrübi bilim Galilei’den başlıyor. Oysa bunların arasında 300-400 yıl fark var. Neden bunu düzeltmiyorsunuz?” Diyor ki, “O mümkün değil; o artık geleneksel olarak böyle kabullenilmiş, değişmez.” Hiç de değiştirmiyorlar. Ama ne zaman değişecek bütün bunlar? Biz felsefi fikir alanında onlardan bir adım öne çıktığımız zaman değişecek. Bir adım öne çıkıp, daha yüksek bir mertebeye kaldırdığımızda felsefeyi, o zaman felsefede söz sahibi biz olacağız, onun tarihi de bizim tarafımızdan yazılacak, bizim sözümüz daha dikkate alınır olacak.

Kimin değirmenine….?

Ben bir defa Almanya’ya gittiğimde, Potsdam şehrinde –  büyük bir değirmen var, sembolik bir şeydir, önünde bir resim çektirmiştim, Facebook’ta yayınladım, altında da yarı şakayla yazdım: “Bizim bilim adamları kimin değirmenine su taşıyorlar diye ben hep düşünürdüm. Şimdi gördüm ki, bunların değirmenine su taşıyorlarmış.”

TÜBİTAK ve bilimşinaslık…

Türkiye’de sorsanız, TÜBİTAK var, TÜBA var, o kadar profesörler var, maşallah, her yıl azı iki tane yeni üniversite açılır, bir ilerleme gibi gözükür, eğitimde, bilimde de gelişiyormuşuz gibi. Ama sorarsanız, ben onların başkanlarıyla da konuştum, sordum: “Siz bilimi kimin için geliştiriyorsunuz? Kim onu uyguluyor, kim onu tatbik ediyor pratikte? Sizin yeni keşifleriniz, yeni fikirleriniz olduğunda, fizik alanında, teknoloji alanında, birinci olarak ne yapıyorsunuz?  Birinci, Batı dergilerine gönderirler. Orada çıkması lazımdır. Zaten YÖK’ün taleplerinden biri budur. Batı dergisinde çıkmazsa, doçent, profesör unvanı da vermezler. Yahu, sen kendin bunu uygulamamışsan, önce oraya göndermişsen, onlar da en iyilerini, hiç basmıyorlar da bazen, ideanı benimserler veya koyarlar bir kenara, onların insafına kalmış…

Bilimin uygulanması, tatbiki meseleleri konusunda çok iş görülmesine ihtiyaç var. Çünkü bu alanın felsefesi Türkiye’de iyi gelişmiyor. Türkiye’de kitap dükkanlarına gidin, bilim felsefesine, aslında pozitivist talimlere ait onlarca kitap göreceksiniz; Karl Popper’den, Wittgeinstein’dan, öbüründen, berikinden, hep yazmışlar. Bu bilim felsefesi nasıl bir şeydir?

Amaç, hedef belli değilse…

Benim branşım da bilim felsefesidir, ben fizikçiyim temel branşıma göre, sonra fizik felsefesinden, bilim felsefesinden genel felsefeye geçtim. Bu bilim felsefesi, o detaylar, o ayrıntılar kimin neyine lazımdır? Wittgeinstein dil üzerinde durur. Sanki felsefenin tek fonksiyonu bilim dilinin oluşmasına hizmet etmekmiş gibi. Çok saçma bir şey. Ve bütün dünyada artık “bilim hakkında bilim” veya bilimşinaslık denilen bir alan var. O niye yoktu Türkiye’de? Bilim felsefesinin konusu nedir? Bir bilim cümlesi, bir terim, bir anlam, fiziki anlam, biyolojik anlam, onun hakikilik derecesi, onun kriterleri, şartları – mantık üzerine kurulmuş şeyler. Yani haddinden fazla soyut ve gerçek hayattan, teknolojiden uzak bir şey. Bilim ve teknolojide en önde giden Amerika, Japonya, belki de onların ona ihtiyacı var. Ama bir de şu var: O bilimi nasıl teknolojiye çekip, dönüştürüp ve teknolojiden nasıl da ekonominin taleplerine, ihtiyaçlarına hizmet eder hâle getirebiliriz? Bu süreci bir sistem hâlinde öğrenen var mı? Ve Türkiye’nin amacı nedir? Türkiye ekonomisinin ihtiyaçları bilimin hangi alanına uygundur? Yani bize uzay fiziği mi lazım, yoksa daha çok ziraat bilimi veya biyoloji mi lazım? Yani bilimi ekonomimizin ihtiyaçlarına yöneltmek için nelerden başlamalıyız? Ve hangi alanlarda çalışılsın? Kim canı ne istiyorsa onu çalışıyor. Kimi diyor, “Bu aktüel bir konudur; gel, bu konuda yaz.” Bir profesörün aklına gelir, der ki, “Bir İngiliz bu konuda yazmış, sen de bunu devam ettir.” Öbürü, “Almanya’da böyle bir konu günceldir, sen de bunu yaz” der. Perakende, sistemsiz, amaç belli değil, hedef belli değil, Türkiye’nin ihtiyaçlarıyla uzlaştırılmıyor, alâkası yok, sipariş veren bizim kendi ekonomimiz değil, ekonomimiz ile bilimimiz arasında köprü yok.

Türkiye’de bir felsefe Enstitüsü neden yok?

 Oryantalizm, Şark’ta mı yer alır, Garp’ta mı; yani Doğu’da mı, Batı’da mı? Batı’da yer alır. Oryantalizm Şark hakkındadır, Doğu hakkındadır ama Batı’da yer alır. Neden? Çünkü öğrenen, süje, özne orada – o öğrenir. Neyi öğrenir, kimi öğrenir? Şark’ı, Doğu’yu öğrenir; Müslümanları öğrenir, onların kültürünü, düşünce tarzını öğrenir. Neden öğrenir? Birkaç sebepten. Biri de şudur… Daha önce dedim ya, bir, sevdiğini öğrenmek var; bir de sevmediğini, onu nasıl idare edeceksin, nasıl kandıracaksın, nasıl yönlendireceksin vesaire; o amaçla öğrenmek var. Bilmediğin şeyi nasıl yönlendirersin?! Demek ki zayıf cihetlerini bilmek için öğreneceksin. Sovyetler döneminde biz buna fikir verirdik; hatta Moskova’da, Amerika ve Avropanı öğrenen enstitüler vardı, onları öğrenirlerdi. Amerika’da da Sovyetleri öğrenen enstitüler vardı, Ortadoğu’yu öğrenen enstitü var, İslam’ı öğrenen enstitü var, hepsi var. Biz de seviniriz; “A-a, ne güzel! Onlar bizi öğreniyorlarmış, ne kadar çok seviyorlarmış” vesaire. Ama biz hiç böyle şeyler yapmıyoruz. Burada ne Amerika enstitüsü var, ne Rusiya enstitüsü var, ne başka bir enstitü var. Bizde zaten Felsefe enstitüsü de yok. Bu boyda bir Türkiye’de bir Felsefe enstitüsü yok. Hani diyoruz ya, “Biz büyük devletlerin arasına girdik, Türkiye şimdi büyük devletler sırasında” falan. Ekonomik yönden büyük olmak yetmez. Fikir alanında da önde olabilmelisin. İsviçre çok küçük bir devlet; ama tüm dünyada önemli pozisyona sahiptir, onların sözüne, fikrine dikkat veriliyor. Bak, ordusu yok, ama fikir alanında öndedir.

Bilgiyi heykel gibi benimsemek?

Evet, bu bilgilerı kaide gibi benimsemelisin; oysa sen bunu abide gibi, heykel gibi benimsiyorsun. Sen onu ayağının altına alıp, üstünde yeni bir şey – abide yaratmalısın. Senin yarattığın nerede? Sen sadece evvelkileri bildiğinle övünürsen… “Ben Popper’i bildim.” E-e, bildin, ne olacak yani?”

Evet, öğrenmek önemlidir. Önemlidir, ama amaç değil, araçtır.  Felsefe hem de neyin amaç, neyin araç olduğunu belirlemek için lazımdır. Milli Felsefe dini bilgileri ve milli kültürü de bir temel olarak içine alır. Dil, din ve kültür milli felsefenin altyapısını oluştururlar.

Oryantalistler bizi öğrenirler.  Doğru. Ama kendi amaçlarına uygun olarak öğrenirler.  Onlar örneğin Türkiye’nin siyasetini de öğreniyorlar, başında oturan adamların psikolojisini de öğreniyorlar, sorun alanlarını da öğreniyorlar, farklı partilerin durumlarını ve programlarını, çizgilerini, hareket dinamiklerini de öğreniyorlar, çok şeyleri öğreniyorlar. Aynı zamanda yakın siyaset, savaş meydanında ne düşünür, onun zayıf yeri nedir, onu da öğrenirler. Zayıf yerini bilirler, sonra oradan tutarlar. Yani biz bu alanda, dediğim gibi, o bir savaş helikopterinin kıymetini, değerini bu ideolojiye ve onun felsefi temellerine vermezsek, bir felsefe enstitüsü açmazsak, temelleri bilmezsek, hedeflerimizi doğru-düzgün belirlemezsek sonunda ya Batı felsefesi ve Batı ideolojisinin, ya da hangi ise bir tarikatın etkisi altına girmiş oluyoruz..

Evet, Felsefe amaç değil, bir araç ve bir yöntemdir. İdeoloji ve sosyoloji çalışmalar ve doğa bilimleri için bir yöntemdir. Ama tüm bu alanlarda felsefesiz de çalışmak mümkündür değe düşünenler bilmelidirler ki, aslında onlar kendileri de farkında olmadan hangi ise felsefenin etkisi altındadırlar; çoğunlukla da yabancı felsefi ve ideoloji doktrinlerin. Oysa önce felsefi temelin siması belli olmalıdır.

Milli felsefenin oluşması doğru bilim ve eğitim stratejisinin oluşması için de önemlidir.

Şimdi Türkiye de bu kadar üniversite var, bir tane bağımsız, müstakil bir felsefe fakültesi yoksa, biz Batıyla nasıl yarışırız? Felsefe bölümleri ya fen edebiyat fakülteleri, ya ilahiyat fakültelerinin içerisinde; oradan ne çıkabilir, nasıl felsefe üretilebilir?! Ona göre de sadece eğitim var, araştırma ortamı yok.

Bilim stratejisi olmayınca…

Teknoloji Enstitüleri üniversite oldu. Rahmetli Turgut Özal Bey, teknoloji enstitülerini kurdu, Gebze Teknoloji Enstitüsü ve İzmir Teknoloji Enstitüsü. Amaç sizin söylemiş olduğunuz hedefti. Sonra onları ne yaptık; normal üniversitelere çevirdik, yani ders verilen üniversiteler haline getirdik.

TÜBİTAK da çok güzel bir idea, ama hangi konuda hangi araştırmaları yapacak, bir stratejisi olması lazım. Stratejisi belli değil. Yani bilimşinaslık gelişmiyor. Benim bir kitabım var, 850 sayfalık, bilimin kendisi hakkında bir bilim kitabı. Orada sadece bilim felsefesi değil; yani bu bilim neye gerekli, nasıl tatbik olunur, nasıl uygulanır, patent nedir, nou hau (know-how) nedir, teknoloji araştırma nedir, keşif nedir, ihtira nedir ve tasarımcı faaliyeti nedir? Yani bu tayyare kuran, bilmem ne yapan, yeni teknolojiler kuran insanların bilgisi ile araştırmacı bilim adamlarının bilgisi arasında farklar var ve eğitimde bu fark nasıl hesaba katılabiler? O düşünce tarzı ile bu düşünce tarzı farklı – bu çok önemli. Ama bunları burada dikkate alan yok. Yani farklı alanlarda uzman aynı yöntemle yetiştirile bilmez. İlk bakışta bu da bilim adamı, o da bilim adamı. Ama birisi çok soyut şeylerle meşguldür, nazariyeyle, teoriyle meşguldür; öbürü ise o bilgiyi örneğin uçağın detaylarına götürür, onu nasıl daha iyi yapabilir, hangi malzemeden, hangi materyalden daha iyi olur, onu araştırır. Öyle değil mi? Bu tatbiki bir şeydir, o nazari bir şeydir. Bu farkı unutmak olmaz.

Ben TRT Avaz da birkaç programa katıldım; orada Türk dünyasında bilimin eksiklerinden, bilimin oluşmasındaki problemlerden konuştuk. Hiçbir Türk cumhuriyetinde ne bilimin stratejisi var, ne eğitimin stratejisi var. Çünkü felsefi temel yok.

Protestan inkılabıyla bilim kilise zulmünden kurtuldu…

Dünya biliminin inkişaf tarihine bakın; dünya ülkelerinin, halklarının inkişafına, manzarasına bakın, panoramasına bakın. Yeni devir dediğimiz devir var. Yani bu Batı medeniyeti ne zaman nerede oluşmaya başladı; 16-17. yüzyılda. Önce Rönesans oldu, 14-16. yüzyılda, sonra Yeni Devir yeni felsefe ile geldi; İngiltere’de, Hollanda’da. Kimlerdi? Francis Bacon’dı, Hobbes’tu, John Locke’tu; filozoflar, büyük filozoflar. Sonra onun üzerine bilim adamları geldi; Huygens, Newton’lar falan filan. Ondan sonra İngiliz sanayisi geldi. Sanayi bilimin üzerinde oluşuyor, öyle durup dururken oluşmuyor. Sanayinin oluşması için birçok şartlar var. Birincisi, devletin kendisi bağımsız olmalı, yani dinden ayrılmalıydı, dinden ayrıldı; o Protestan inkılabı oldu, Vatikan’dan ayrıldı. Yani tutuculuktan, kilise etkisinden kurtuldu, özgürlük kazandı, düşünce özgürlüğü kazanıldı. İkincisi, felsefi fikir oluştu. Yani dini fikrin yanında özgür felsefi fikir oluştu ve felsefi fikir üzerinde kurulan bilim tecrübi bilime temel oldu. Tecrübi bilimden teknolojiye, teknolojiden ekonomiye geçilir. Ve ekonomisi artık bilim ve teknoloji üzerinde kurulmuş bir ekonomi oluştu. Aynı şey Doğu’da yok. O devirde Doğu’da yoktu, Osmanlı’da da yoktu; ekonomi sadece geleneksel ekonomi idi.

Birinci felsefi fikir İngilizlerde – 17. yüzyıl. 18. yüzyılda neredeydi? Diderot, Voltaire, Jean-Jacques Rousseau… Hep Fransız filozoflar. 18. yüzyıl Fransız yüzyılıydı; Fransız düşüncesi, Fransız maarifçiliği yüzyılıydı.

Soru cevap faslından;

RAMAZAN BAKKAL – Hocam; siz bize, bizim önümüze tıraşımızı döktünüz. Yani bizim neyle uğraştığımızı, hayalle uğraştığımızı, aydınlarımızın Batıcı, İslamcı, Türkçü diye birbirinden ayrılıp, birbiriyle uğraşırken dünyaya bakmadıklarını; 12. yüzyıldan itibaren felsefenin günah sayılması, felsefecilerin dövülmesi, öldürülmesi, kesilmesine kadar giden aşamalardan geldik, bunları bize çok güzel döktünüz. Bizim Türkiye’deki aydınların boş işlerle uğraştığını fevkalade güzel ortaya koydunuz.

Prof. SELAHADDİN HALİLOV- Yok, öyle demeyelim; ben sadece eksikliklerden bahsettim.

RAMAZAN BAKKAL –Hocam, söyledikleriniz doğru, çok doğru. Niye böyle söylediniz demiyorum, kesinlikle çok iyi yaptınız.

Ben TRT kökenliyim. Kamuoyu oluşturma meselesinde, devletin bilime ereken önemi vermesinde  sizin Uluslararası Felsefe Araştırmaları Derneğinin rolü olabilir. Bilimi önemseyen aydınların görevi sizi ve derneğinizi kamuoyuna tanıtmaktır.  Çünkü şurada ifade ettiğiniz meseleler ve gösterdiğiniz çözüm yolları çok önemli… Ben şu sıralar bilim tarihiyle ilgilendiğim için, özellikle bu konferansınızı dinlemek istedim. İyi ki gelmişim. Yani İbni Sina’nın, Farabi’nin Arap olmadıklarını, yaptıkları şeyler az çok öğrenildi. Biz, Bilim Teknoloji İçin İstanbul Çalışma Grubu olarak, bilimin ehemmiyetini, birinci öncelikli meselemiz olduğunu anlatma derdindeyiz. Bunu bir türlü başaramadık. Bazıları biliyor ama büyük çoğunluk konudan habersiz, günlük politika peşinde, futbol ve maç sevdasında. “Yarın ne oluruz? Yarın için bu gün ne yapmalıyız?” diye düşünmek istemeyen bir yapımız var. Ağzınıza sağlık. Zihninize sağlık.

Share this content:

About The Author