Beden ve Ruh
İnsan bedeni, fizyolojinin gözlemlerle keşfedip ortaya koyduğu prensiplere göre çalışır. Bedenin çalışmasında insan iradesinin fazla bir rolü yoktur. Örneğin hiç kimse bedenindeki yaklaşık 37 trilyon hücrenin veya karaciğer veya böbrek gibi iç organların çalışmasına müdahale edemez. İnsan bedeni esas olarak dünyanın her yerinde aynıdır ve aynı organlardan oluşur. Yaş ve cinsiyete bağlı olarak insanların boyları, kiloları, beden şekilleri ve maddi diğer özellikleri arasındaki farklar sınırlıdır.
Ancak, davranışlar söz konusu olduğunda, insanlar arasında çok büyük farklar vardır. Çünkü kuvvetli arzu ve yeteneklerle donanmış olan insanların davranışlarına arka planda hükmeden genel kanun ve prensipleri keşfedip formüle etmek kolay değildir. Zira burada başka faktörler devrededir.
Öğrencilik yıllarında çoğumuz tarafından zor dersler olarak bilinmesine rağmen, fizik, kimya ve biyoloji gibi fen bilimleri alanında kitap veya bilimsel makale yazmak pek de zor değildir. Çünkü fen bilimleri, dikkatli ölçüm gerektiren ve tekrar edilebilen deneylere ve objektif gözlemlere dayalıdır. Akla uygunluk, gözlemlerle uyumluluk ve mantıki tutarlılık testlerinden başarıyla geçmiş ve de başkaları tarafından bağımsız olarak teyit edilmiş bulgulara aklı başında birinin itiraz etmesi söz konusu değildir. Kaldı ki bir hata durumunda, bilinen tüm bilimsel gerçekler yanlışlanmaya ve düzeltilmeye açıktır. Örneğin yüzyıllardır doğru olarak kabul edilen ve fizik biliminin en temel prensiplerinden olan Newton’un hareket kanunlarının atom altı dünyada geçerli olmaması ve madde ve mekândan bağımsız bir boyut olduğu zannedilen zamanın, ışık hızına yaklaşan yüksek değerlerde hıza bağlı olarak değişmesi gibi.
- Beden ve Ruh
- İnsan bedeni, fizyolojinin gözlemlerle keşfedip ortaya koyduğu prensiplere göre çalışır. Bedenin çalışmasında insan iradesinin fazla bir rolü yoktur. Örneğin hiç kimse bedenindeki yaklaşık 37 trilyon hücrenin veya karaciğer veya böbrek gibi iç organların çalışmasına müdahale edemez. İnsan bedeni esas olarak dünyanın her yerinde aynıdır ve aynı organlardan oluşur. Yaş ve cinsiyete bağlı olarak insanların boyları, kiloları, beden şekilleri ve maddi diğer özellikleri arasındaki farklar sınırlıdır.
- Ancak, davranışlar söz konusu olduğunda, insanlar arasında çok büyük farklar vardır. Çünkü kuvvetli arzu ve yeteneklerle donanmış olan insanların davranışlarına arka planda hükmeden genel kanun ve prensipleri keşfedip formüle etmek kolay değildir. Zira burada başka faktörler devrededir.
Keza, elektron gibi atom altı parçacıkların bir anda çok yerde olması ve bir levha üzerindeki iki farklı delikten aynı anda geçmesi gibi defalarca teyit edilen deneylere dayalı kuantum teorisi, madde anlayışımızı da kökünden değiştirdi. O kadar ki 1900 yılında ‘artık fizik biliminin sonuna geldik; bulunabilecek her şey bulundu’ anlayışından, 1920’lerde izafiyet ve kuantum teorilerinin doğruluğunun gözlemlerle ve deneysel olarak teyit edilmesiyle birlikte ‘doğru bildiğin her şeyi unut; oyun daha yeni başlıyor’ noktasına gelindi.
Katı bir kuralcı ve determinist olan Einstein’ın başlangıçta ‘Tanrı zar atmaz’ itirazına rağmen, elektronların yerlerinin belirsiz olup ancak istatistikî bir dağılım fonksiyonu olarak ifade edilebileceği gösterildi. Bu süreçte zihinlerde depremler ve artçı şoklar yaşanmasına rağmen, sağlam bir metodolojisi olan bilim, yanlışları ayıklayıp doğruları teyit ederek ve yeni doğrular ekleyerek hiç sarsılmadan yoluna sağlam adımlarla devam etti. Her türlü makul itiraza ve yanlışlanmaya açık bu şeffaf ve objektif yaklaşımından dolayı da gözlem ve deneylere dayalı fen bilimleri evrensel kabul görmekte ve bilimsel zeminde tüm insanları birleştirici bir rol oynamaktadır. Fen bilimleri, ‘ne ise o’ dur. Kişiden kişiye veya toplumdan topluma değişmez. Tabi fen bilimleri, bilim insanlarının kendi kişisel görüşleri, yorumları, çıkarımları, ideolojileri ve inançları ile karıştırılmamalıdır.
Cansız fizik âlemi ve insan-dışı canlılar ile ilgilenen doğa bilimcilerin işi nispeten kolaydır. Çünkü tabiatta geçerli kanunlara tam bir itaat söz konusudur ve hayvanlardaki zayıf ve sınırlı irade dışında büyük bir sürpriz beklenmez. O yüzden, insan dışındaki varlık âleminde, yaratılış kanunları doğrultusunda her şey büyük etapta öngörülebilmekte ve öngörüldüğü gibi de olmaktadır.
İnsan bedeni, fizyolojinin gözlemlerle keşfedip ortaya koyduğu prensiplere göre çalışır. Bedenin çalışmasında insan iradesinin fazla bir rolü yoktur. Örneğin hiç kimse bedenindeki yaklaşık 37 trilyon hücrenin veya karaciğer veya böbrek gibi iç organların çalışmasına müdahale edemez. İnsan bedeni esas olarak dünyanın her yerinde aynıdır ve aynı organlardan oluşur. Yaş ve cinsiyete bağlı olarak insanların boyları, kiloları, beden şekilleri ve maddî diğer özellikleri arasındaki farklar sınırlıdır. İnsan bedenindeki organların fonksiyonları, çalışma prensipleri, hastalıkları ve bu hastalıkların tedavi metotları da yine evrenseldir.
Ancak, bedenleri dışında, insanlar arasındaki büyük farklar vardır. O yüzden, çalışma metodu istatistik ağırlıklı psikoloji, sosyoloji, antropoloji ve ekonomi gibi alanları kapsayan ve insan davranışları ve toplum dinamiklerini araştıran sosyal bilimcilerin işi nispeten zordur. Çünkü kuvvetli bir iradeye sahip olan ve çok farklı meyil, arzu ve yeteneklerle donanmış olan insanların davranışlarına arka planda hükmeden genel kanun ve prensipleri keşfedip formüle etmek kolay değildir. İrade ve eğilimlerdeki farklılıklar yüzünden sosyal bilimlerde istisna ve sürprizler yaygındır.
Cansızlar ve bitkiler gibi iradesi olmayan varlıklar, belli bir etkiye fizik kanunları doğrultusunda her zaman aynı tepkiyi verir. Hayvanlar da etkilere öngörülebilir içgüdüsel tepkiler verirler ve aynı türden hayvanların etkilere tepkisi çok dar bir bantta değişiklik gösterir. Ama insanlar için böyle kısıtlayıcı bir genelleme söz konusu değildir. Çünkü aynı insan belli bir etkiye farklı zamanlarda farkı şartlar altında farklı tepkiler verebilmektedir. Sadece bedenine, yani ellerine, ayaklarına, ağzına ve hatta beynine bakıp en gelişkin cihazlarla anatomik yapısını inceleyerek, bir insanın hangi duruma nasıl tepki vereceğini öngörmek mümkün değildir. Çünkü aynı bedene sahip kişinin davranışları, bir tavsiyeye kulak verme, bir konferans dinleme, bir kitap okuma ve hatta film seyretme gibi bir deneyimden sonra tamamen değişebilmekte ve aynı beden ‘değişik bir insan’ olabilmektedir. Yani insan bedeni ile davranışları arasında bire bir veya ‘lineer’ bir ilişki yoktur (zaten olsaydı insanlar robot gibi olurdu). Melek gibi bir insan ile seri katil bir cani aynı kalbe, böbreğe ve beyine sahiptir. Bu farklı kişiler doktora gittiklerinde hiç fark gözetilmeden aynı şekilde tedavi edilirler. Hatta hiç telaşlanmadan bir diğerinden organ nakli dahi yapılabilir.
Aynı maddî parçalarla aynı beden platformu üzerine inşa edilmiş insanların hal ve hareketlerinde bu kadar büyük farklılıklar göstermesi, insana ilk çağlardan beri iç içe girmiş iki farklı gerçeklik olarak bakılması sonucunu doğurmuştur. Maddeden oluşan birinci gerçeklik ‘beden’dir. Bu gerçeklik, genelde biyoloji özelde de tıp biliminin konusudur. Madde-dışı yani gözle görünmeyen manevî olan ikinci gerçekliğe de genel bir tabirle ‘ruh’ denir. Kendini davranış olarak gösteren bu gerçeklik psikoloji, sosyoloji, siyasal bilimler, tarih, insan coğrafyası, antropoloji, arkeoloji, ekonomi, uluslararası ilişkiler, hukuk ve kamu yönetimi gibi sosyal bilimler ile edebiyat, hukuk, felsefe, din ve dil bilimleri gibi beşerî bilimler ve güzel sanatların ilgi alanıdır. Görüldüğü gibi, insanın beden-dışı varlığı çok daha geniş ve renklidir ve çok yönlü zengin bir spektrum oluşturur.
Gözle görünen, elle tutulan ve gözlem ve deneylere dayalı fen bilimlerinin çalışma alanına giren bedenin varlığı ve mahiyeti ile ilgili bir tartışma söz konusu değildir. Devam eden bilimsel araştırmalar ile beden, organlar ve bedenin temel yapı taşları olan hücreler ile ilgili bilgi ve anlayışımız her geçen gün artmaktadır. Ama gözle görülüp elle tutulan maddî veya fizikî bir varlığı olmayan ve masaya yatırıp deney ve gözlemlerle mahiyetinin anlaşılması mümkün olmayan ruh ile ilgili olarak aynı şeyi söyleyemeyiz. Bu konuda bilim yerine farklı görüşler öne plana çıkar ve bu da sonu gelmeyen tartışmaları doğurur. Bu konuda iki uç görüşten biri, ruh denen şeyin gerçek bir varlığının olmayıp madde etkileşimlerinin bir tezahürü olduğu, ve insan öldüğü zaman çürüyüp yok olacak cesetten başka bir şey kalmadığıdır. Bu görüşte, ruha atfedilen bütün özelliklerin kaynağı, diğer organlar gibi kendisi de atomlardan oluşan maddî bir organ olan beyindir.
Diğer uç görüş ise ruhun, etkisi hissedilip maddi bir varlığı olmayan yerçekimi kuvveti gibi, madde-dışı bağımsız gerçek bir varlığı olmasıdır. Fizik kanunlarının tüm fizik âlemine hükmetmesi gibi, ruh da bedenin en ücra kösesine nüfuz ederek bedene hükmeder ve trilyonlarca hücreden oluşan bedende ‘bir’ liği sağlar. Bu görüşe göre ölüm denen şey, ruhun beden yuvasını bir anda terk etmesi ve birliği sağlayan etkenin yok olmasıyla bedenin dağılma sürecine girmesidir – aynen yer çekimi gibi temel kuvvetlerin aniden yok olması durumunda atom ve moleküller dahil tüm evrenin dağılıp varlıkların bir parçacık bulutuna dönecek olması gibi.
Ruh konusunda farklı görüşlerin olmasının gayet normal karşılanması gerekir. Çünkü fizikî bir varlığı olmayan ruhun, çalışma alanı fizik âlemi olan fen bilimlerince incelenip irdelenerek bir hüküm verilmesi söz konusu değildir. Ruhun varlığını veya yokluğunu göstermek bilimin işi değildir; bu konuda bilimin yapabileceği tek şey, ‘görevsizlik’ kararı vermektir. Çünkü fizikî varlığı olmayan şeyler hakkındaki tartışmalar fen bilimleri platformunda değil, felsefe zemininde akla uygunluk, gözlemlerle uyumluluk ve mantıkî tutarlılık kriterleri ışığında yapılır. Bu tartışmaların sonunda, insanın hal ve hareketlerinin kaynağının maddî bir beyin mi yoksa madde-dışı bir ruh mu olduğu konusunda herkes kendi vicdanî kanaatini ve inancını oluşturur.
‘Fiziğin Evrimi’ (The Evolution of Physics)[1] adlı kitabında Albert Einstein görünen ve görünmeyen hakkında hiçbir zaman kesin bilgi elde edemeyeceğimizden ve dolayısıyla bilinen gerçeklerden hareketle mutlak gerçekliğe erişilemeyeceğini ifade eder:
“Fiziksel kavramlar insan aklının eseridir; ve pek öyle gibi görülmüyor olsa da, dış dünyaca kesin hatlarla belirlenmiş değildir. Bizim gerçeği anlama gayretlerimiz, kapalı bir saatin mekanizmasını anlamaya çalışan bir adamın uğraşısı gibidir. Adam saatin yüzünü ve hareket eden akrep ve yelkovanını görüyor ve hatta saatin tik taklarını işitiyor; ama saatin kapağını hiçbir şekilde açamıyor. Kişi eğer zeki ve hayal gücü kuvvetli biriyse, gözlemlediği her şeyin sebebi olan mekanizmanın bir resmini oluşturabilir. Ancak bu kişi, zihninde oluşturduğu resmin gözlemlerini açıklayacak tek resim olduğu konusunda asla kesin emin olamaz. Resmettiği mekanizma ile gerçek mekanizmayı hiçbir zaman karşılaştıramaz ve böyle bir karşılaştırmanın imkânını veya anlamını hayal edemez.”
Gözlemlenen şeyde (saatin yüzü ile akrep ve yelkovan gibi hareket eden parçaları) gözlemlerin kesinliği ölçüsünde kesinlik ve görüş birliği vardır. Fakat gözlemlenemeyen kısımda (arka planda saati çalıştıran kapalı mekanizma) belirsizlik ve görüş ayrılıkları vardır. O yüzden, gözleme dayalı doğa bilimlerinde, görünmeyen kısımlarla ilgili görüşler görünen kısımla ilgili gerçeklerle kolayca karıştırılabilir. Ve genellikle görüşler gerçeklerle birlikte paketlendikleri için gerçek olarak algılanabilir. Bu saat örneğinde olduğu gibi, fen bilimleri gözlemlenen kısımla, felsefe ise gözlemlenemeyen kısımla ilgilidir. İnanç ise gözlemlenemeyen kısım hakkındaki görüşler arasından yapılan tercih ve benimseme ile ilgilidir.
RUHUN BİRLİĞİ VE BEDENE İŞLEMESİ
İnsan bir bütün olarak gözlemlenebildiği için, normal bir insanın tüm özelliklerini – simetrik iki eli ve başında beyni olması, canlı olması, görmesi, sesleri işitmesi, bilinçli olması yani kendi varlığının ve çevresinin farkında olması gibi – belirlemek mümkündür. Ölmüş bir insan bedeninin de canlısıyla aynı maddi organlara sahip olmakla beraber hayat, görme, işitme ve bilinç gibi özelliklerinin olmadığı kolaylıkla gözlemlenebilir. Yeni ölmüş bir insanın cesediyle az önceki canlı bedeni arasında madde olarak hiçbir fark olmadığına göre, canlı bir insan ile ölü cesedi arasındaki her farkın madde-dışı yani mana olması mantık gereğidir. O zaman akla uygun ve mantıken tutarlı bir yaklaşım, insana ‘İnsan = Beden + Ruh’ olarak bakmak ve ruhu da ‘canlı bir insanda olup da ölü cesette olmayan her özellik’ olarak tanımlamaktır. Yani ruh, maddî beden veya ceset dışındaki her şeydir.
Başka bir ifadeyle, ölmüş bir insanla canlısı arasındaki her fark – hayat, görme, işitme, akıl, bilinç, bilgi, irade, sevgi, zevk ve acı, hayal etme, rüya görme, benlik, hırs gösterme, cömertlik, sanat ve güzellik anlayışı, adalet hissi ve ebedî yaşama arzusu gibi – madde dışı veya manadır. Ve madde-dışı (daha doğrusu fizik-üstü) olan bu sıfatların toplamına mana veya ruh denir. Görünen fizik âleminin parçası olmayan bir şey evrendeki fizik kanunlarına tabi olmayacağına göre, ruhun zaman veya mekân kısıttı olamaz. Yani ruh, zaman ve mekân üstü ve dolayısı ile ölümsüzdür. Ruhun bu özelliğinden dolayı, insan hayalen geçmişe gidip güzel bir anısını zevkli bir şekilde tekrar yaşayabilir; veya geleceğe gidip onu bugünden şekillendirebilir. Uyku esnasında fizik alemini algılama mekanizmaları olan beş duyu devre dışı iken, fizik-ötesi rüya aleminde zaman ve mekân kısıtları olmadan en lezzetli yemekleri yiyebilir ve en güzel manzaraları seyredebilir.
Sağlıklı bir kişi ile, beyin ölümü gerçekleşmiş ancak nefes almak gibi bedensel fonksiyonları mekanik olarak makinelerle devam ettirilen bir kişi arasındaki gözle görmekten kendini bilmeye, sevmekten bir kelebekteki sanat ve harikalığı idrak etmeye, üzülmekten sonsuz yaşamı istemeye kadar her şey, ruhtur. Ev veya işyerinde sağlıklı bir insan bedeniyle yapılabilen her şeyi mekanik olarak yapabilen gelişmiş bir robot ile insan arasındaki her fark da – hayat sahibi olmak, söylediklerini anlamak, yeni yerler görmekten heyecan duymak ve zevk almak, birisine kızmak ve intikam almaya kalkmak, vs. – yine ruhla ilgilidir. Maddenin temel yapı taşları olan atomlarda olmayan ve dolayısı ile maddeden kaynaklanmayıp dışarıdan gelen her özellik madde-dışı ruha aittir.
Atom ve molekül yapısı olarak, yerde hareketsiz yatan ölü bir ceset ile canlı bir insan arasında hiçbir fark yoktur (Hatta kalbi durup yeni ölmüş birini kalp masajı ile tekrar hayata döndürmek de mümkündür). Yani ölü bir insan bedenindeki karbon, oksijen, hidrojen, azot vs. atomları ile canlı bir insan bedenindeki karbon, oksijen, hidrojen, azot vs. atomları birbirinin tamamen aynıdır. Demek hayat dâhil, canlı bir insanda olup ölü bir bedende olmayan her şey madde-dışıdır ve o madde-üstü olup maddeye nüfuz eden niteliklerin bütünü ruhtur.
Bizim doğuştan beri canlılık, sevinç, güzellik, bilinç, neşe ve sevgi gibi, aslında maddenin hiçbir yerinde olmayan şeyleri ancak maddede (örneğin neşeyi kahkaha atan bir insanda) görüyor olmamız ve madde olmayınca onların da olmaması, yani madde ve manayı birlikte görme alışkanlığımız, mananın da kaynağının bildiğimiz madde olduğu şartlanmış lığını beraberinde getirmiştir. Hatta insanlar neşelendiklerinde beyinlerinin belli bölgelerindeki nöron ateşlemelerinin daha aktif hale gelmesi, neşenin kaynağı olarak sunulmuştur. Yani şablon ve ekran, kaynak ile karıştırılmıştır.
Keza, beyindeki görme merkezi hasar gördüğünde insanların kör olması, görmenin kaynağının beyindeki görme merkezi (ki bir avuç karanlık atom yığınından ibarettir) olduğu zannını doğurmuştur. Halbuki, evdeki musluk bozulunca da su akmaz. Ama bu gözlem, suyun kaynağının musluk olduğunu göstermez. Çünkü şekillendirilmiş birkaç metal parçasından ibaret olan musluğun kendisinde su yoktur; ve bir nesnenin kendisinde olmayan bir şeyin bitmez tükenmez kaynağı olduğu iddiası abestir. Su, eğer neşe gibi görünmeyen madde-dışı bir şey olsaydı, açma-kapama aparatının konumuna bağlı olarak musluğun suyun kaynağı olduğu fikri hiç de garipsenmeyecekti.
Bu aldatıcı görünüşten hareketle, varlığı madde ile sınırlayan materyalist dünya görüşü – ki bilim değil, ideoloji ve ön kabuldür – bu manayı maddenin etkileşimleri (her ne demekse) sonucu oluşan geçici tezahürler olarak görür. Hayatı da kimyasal reaksiyon olarak görür. Ancak bu da bilimsel değildir çünkü her canlıda kimyasal reaksiyon vardır, ama hiçbir kimyasal reaksiyonunun canlılık ürettiği görülmemiştir. Varlığı madde ve madde-dışının (mana) uyumlu bir kombinasyonu olarak gören düalist (ikici) bakış açısı ise manayı yani ruhu öz ve esas varlık, maddeyi ise kabuk veya elbise olarak görür. Bu durumda ölüm denen olay, ruhun ömür boyu yavaş yavaş değiştirmekte olduğu beden elbisesinden bir anda soyunmasından başka bir şey değildir.
BEYİN – KOKPİT İLİŞKİSİ
Aslında varlığı maddeden ibaret görenler ve dolayısıyla madde-dışı ruhun varlığını reddedenler de içsel bir seziş ile beden ile beraber bedene nüfuz eden bir mananın varlığının ve onun madde-üstü özelliklerinin farkındadırlar. Ancak onlar kolaycılığa kaçıp ruhun tercih etmek ve komut vermek gibi tüm özelliklerini beyne vermektedirler. Bunun sonucu olarak da yapısı bir parça etten pek de farklı olmayan ve yüzde 75’i bildiğimiz sudan oluşan beyine, anlamakta zorlandığımız âdeta ilahlık derecesinde bir harikalık vermek zorunda kalmaktadırlar.
Beyindeki harikalık, içerdiği elektrik yüklü parçacıkların hareketinden kaynaklanan elektrik-kimyasal sinyallerle etkileşebilen 100 milyara yakın nöron hücrelerine atfedilmektedir. Hatta beyin, çok gelişmiş ve verimli bir bilgisayar işlemcisine benzetilmektedir. Bir işlev sırasında beyindeki elektrik aktivitesinin belli bölgelerde yoğunlaşması, o işlev ile ilişkilendirilmektedir. Sonra daha da ileri gidilip bilgisayar işlemcilerindeki gibi bu cansız, bilgisiz, şuursuz elektrik sinyalleri canlılık, akıl, şuur, vicdan, sevgi, irade ve ebedi yaşama arzusu gibi birçok özelliğin kaynağı olarak sunulmaktadır. Modern bilgisayar işlemcilerindeki transistor devrelerinin sayısı da milyarlarla ifade edilmektedir; ancak işlemcilerdeki yoğun elektrik aktifliğinin ve sinyallerin bu tür özelliklere kaynaklık ettiği görülmemiştir ve görülmesi de beklenmemektedir. Hatta, işlemci dışında ve onun cinsinden olmayan akıllı bir varlığın yazdığı kontrol edici ve sürücü yazılım olmasa, işlemcide milyarlarca transistor devreleri arasındaki yoğun sinyalleşmeden bir amaca yönelik anlamlı ve faydalı hiçbir şey çıkmaz. Milyarlarca yıl beklense de yine bir şey çıkmaz.
Beyin, aslında bedenin kontrol merkezidir – aynen pilot kabininin bir uçağın koca gövdesinin kumanda merkezi olması gibi. Uçağın tüm parçaları, vücuttaki sinir ağı gibi iletkenlerle pilot kabinine bağlıdır ve tüm komutları oradan alır. Ama uçağı sevk ve idare eden, kumanda merkezi değil, uçağın cinsinden olmayan ve şuur, görme, işitme ve irade gibi uçağın malzemesinde bulunmayan özelliklere sahip bir pilottur. Pilotlar greve gidince uçaklardan hiçbir şey eksilmez ama tüm uçaklar yerde hareketsiz kalır. Pilotun (veya uzaktan kumandalı uçaklarda operatörün) varlığını inkârda ve her harikalığı pilot kabinine vermekte ısrar ederek, uçan bir uçağı doğru olarak anlamak ne kadar mümkünse; madde-dışı bir ruhun varlığını inkâr ederek ve hayat, şuur, hayal, görme ve irade gibi madde-üstü her harikalığı kalın duvarlı karanlık bir kap içine doldurulmuş olan bir atom yığınına atfederek bir insanı doğru olarak anlamak da o kadar mümkündür.
ROBOT İLE İNSAN ARASINDAKİ FARK
Maddeden ibaret bir beden olarak bakıldığında, insanın ulaşabileceği en yüksek seviye gelişmiş bir robotluktur. Dünyanın en akıllı ve bilgili mühendislerinin en ileri teknolojileri kullanarak geliştirdiği teknoloji harikası bir robot yürür, belli işleri gayet iyi yapar, komutları yerine getirir ve gittiği yeri mekanik olarak görür. Hatta mekanik bir sesle kahkaha bile atar. Ama hiçbir şey hissedemez ve yaptığı hiçbir şeyin farkında olamaz. Kütüphane dolusu bilgi yüklü olsa bile ne bildiğini bilemez. Çünkü harika bir işlemcisi ve kapsamlı bir yazılımı olsa bile şuuru yoktur. Aklına aniden bir şey gelemez. Başka robotları sevemez veya onlara kızamaz. Onları imha etme planları yapamaz. Güzel bir çiçeği seyredip ondan zevk alamaz. Yeni yerler görmeyi arzu edemez.
Bu gelişkin robot en iyi müziği çalabilir ve bir orkestranın işini görebilir; ama güzel müzik dinlemenin hazzını tadamaz. Küçük bir robotu bağrına basıp şefkat gösteremez. Tükettiği bir yakıt veya enerjinin tadına varamaz. Başka bir robota acıyıp ona yardım etmeye kalkamaz. Olup biteni kavrayamaz. İyi haberle sevinip kötü haberle üzülemez. Depresyon nedir bilemez. Bir gün yaşlanıp robot mezarlığına terkedileceğim diye tedirgin olamaz. Uzun yaşama arzusu nedir bilemez. Geçmişi düşünemez ve gelecek hakkında endişelenemez. Hayal kuramaz ve rüya göremez. Başka robotların komik hareketlerine gülemez. Kendisine birkaç dakikada kitaplar dolusu bilgi yüklenebilir ve bir anda yabancı bir dili öğrenebilir. Ama yeni şeyler öğrenmekten zevk alamaz, hayrette kalamaz ve yorum yapamaz. Yeni bilgi üretemez ve inisiyatif kullanıp programında olmayan şeyler yapmayı deneyemez. Başka bir robotla iletişim kurabilir ama zevkli bir his alışverişi olan sohbet edemez – en gelişmiş bir elektronik beyne ve en ileri mekatronik bir bedene sahip olsa bile.
Yani teknoloji harikası bu robot, insanı insan yapan hiçbir özelliğe sahip olamaz. Çünkü bu vasıfların hiçbirinin kaynağı madde değildir. İnsan ile insan bedeni harikalığındaki bir robot arasındaki her fark, madde-dışı yani manadır. Ve ışığın elmasa girip yayılması gibi, insanın bedenine nüfuz eden bu manaların tamamı ruhtur. 1998 Fizik Nobel Ödülü sahibi Robert Laughlin bedene nüfuz eden bu manayı şöyle ifade eder: “Eğer basit bir fiziksel hadise efektif olarak kendisinin gelmiş olduğu daha temel kanunlardan bağımsız olabiliyorsa, biz de olabiliriz. Ben karbonum, ama öyle olmaya muhtaç değilim. Benim yapılmış olduğum atomlara nüfuz eden bir manam var.”[2]
Yukarıda ifade edildiği gibi, beden ruh ile kaimdir ve bedene kıymet veren de ruhtur. Ruh, madde-dışı ve dolayısıyla zaman ve mekân üstüdür; fizik kanunları gibi maddenin tâbi olduğu hiçbir kısıtlamaya tabi değildir. Öyle görülüyor ki insanın gerçek mahiyetini anlamanın başlangıç noktası, içine çakılıp kaldığımız ve adeta içinde boğulduğumuz maddeden sıyrılıp gözümüzü madde ötesine çevirmektir.
YAZILIM-DONANIM VE BEDEN-RUH İLİŞKİSİ
Cep telefonu veya başka bir elektronik aletin parçalarının bir düzen içinde yerli yerine konması ve birbirine bağlanarak bütün bir ‘bir’ haline getirilmesi ile telefonun cesedi veya donanımı (hardware) ortaya çıkar. Bu cesede işlevlik kazandıran ise, gücünü pilden alıp ‘şöyle yapılırsa böyle yap’ gibi (hayvanlarda etkilere verilen içgüdüsel tepkiler gibi) komutlar silsilesinden oluşan ve adeta telefonun tüm parçalarına hükmeden bir ruhu andıran sürücüsü yani yazılımıdır (software). Akıllı cep telefonu ile birlikte birçok elektronik aletin yazılım ve uygulamaları çoğunlukla genel kural ve kaidelerden ve yazılım modüllerinden oluşan Android Yazılım Geliştirme Kiti kullanılarak hazırlanmaktadır. Android kiti bu haliyle bir yazılım komut ve modülleri deposunu andırır ve elektronik bir aletin yazılımı veya sürücüsü olma durumunda değildir. Ancak android komut ve modülleri kullanılarak belli bir elektronik alet için, onu oluşturan parçaları dikkate alarak, ona özgü hazırlanan bir yazılım paketi, o aletin adeta ruhu gibi olur ve o yazılımın adına da ‘sürücü’ denir. Bu sürücü, aletin beyni hükmünde olan çiplerine bir paket yani bütüncül bir ‘bir’ olarak yüklenir. Bu paketin yine yazılımdan oluşan ve tüm komut ve modülleri birbirine bağlayan ve onları icra edilmeye sevk edip işleten bir kılıfı yani aynı cinsten bir dış vücudu (vücut-u harici) vardır. O cihaza özgü işletim satırları olan bu kılıf çıkarılsa, geriye sadece genel komut ve modüller yani Android platformu kalır.
Robot veya cep telefonu gibi aletler, güç kaynağı bir batarya ile birlikte, farklı firmalar tarafından üretilmiş çok sayıda parçanın birleştirilmesiyle oluşmuş bir donanım ve bu parçaların birlik içinde işlemesini sağlayan ve her bir parçanın sürücüsünün de entegre edilmiş olduğu kapsamlı bir yazılımdan ibarettir. Maddi alet nasıl bir bütün ise, aletin sensörlerden gelen sinyallere göre bataryadan gelen enerji ile nasıl davranacağını belirleyen komut ve talimatlardan oluşan madde-dışı yazılım da bir bütündür. Hatta cep telefonu gibi maddi alet düşüp paramparça olsa bile, yazılımına hiçbir şey olmaz. Aynı yazılım, milyonlarca alete yüklenebilir ve adeta tek bir yazılım ruhu, ona uygun milyonlarca donanım cesedine nüfuz edip onlara işlevsellik ve adeta canlılık kazandırır. Keza, yeni bir yazılım geliştirilip yüklenince, aynı donanım çok daha harika işler yapar. İlginçtir ki dünyanın en büyük teknoloji firması olan Apple, sadece yazılım geliştirir; ürünlerinde kullandığı tüm parçaları yani donanımı, dünyanın her yerindeki tedarikçilerden satın alır. Başarılı bir teknoloji ürününün sırrı, yazılım-donanım yani ruh-beden uyumunun çok iyi olmasıdır.
Elektronik aletlere benzer şekilde, yüzlerce farklı organdan oluşan ancak bir bütün olarak bir araya konmuş olan beden nasıl ‘bir’ ise, insanın bedene hangi durumlarda nasıl davranacağına tam hükmeden emirlerden oluşan madde-dışı varlığı için de bir ‘bir’in olması mantık gereğidir. Yazılım gibi, kendi içinde tam tutarlı o ‘bir’ de ruhtur. Hatta denebilir ki, dünyada bu fizik âlemine uygun adaptörü olan ceset yuvasına girip onun en ücra köşesine kadar nüfuz eden ve ona hayat verip kontrolü altına alan ruh, ölüm sonrasında da sadece elbise değiştirir ve gideceği âlemlere uygun donanım giyerek fonksiyonunu icra etmeye devam eder.
ELMAS: MADDESİ VE PIRILTILARI
Elmas denince akla elmasın kömür ile aynı olan malzemesi değil, ona canlılık veren ve gözleri ve kalpleri okşayan cıvıl cıvıl rengârenk büyüleyici pırıltıları gelir. Aslında elmasın temel yapıtaşı, siyahlığı ve matlığı ile bilinen ve üzerine düşen ışığın neredeyse tamamını emen (ki siyahlığın sebebi budur) karbon elementidir. Elması baş tacı yaptıran şey, kesif olan malzemesinin kıymeti ve miktarı değil, kendisi dışındaki latif bir âlemi (ışık âlemini) içine alıp onun cilvelerini yansıtabilmesi yani tezahür ettirebilme kabiliyetidir. O yüzden en kıymetli elmas, büyüklüğü ve ağırlığı en fazla olan değil, saflığı, berraklığı ve kusursuzluğu ile ışığı en güzel bir şekilde yansıtan elmastır. Yani ışık âleminin pırıltılarını en mükemmel şekilde gösteren ve kendisi âdeta hiç görünmeyendir. O kadar ki, elmasa bakan sadece ışığın sergilediği güzellikler manzumesini görür ve malzemesi olan karbonu hiç fark etmez.
Herkes bilir ki elmasın pırıltılarının kaynağı kendi malzemesi değil, dışarıdan gelen ışıktır. Yani gözleri kamaştıran o büyüleyici pırıltılar elmasın yapıtaşı olan karbon atomlarından gelmez; güneş veya lamba gibi, dışarıdaki bir ışık kaynağından gelir. Bu, elması karanlık bir odaya götürerek kolayca ispat edilebilir. Görülecektir ki karanlıkta elmasın pırıltılarından hiçbir eser kalmaz, kendisi bile görülemez. Demek elması elmas yapan ve ona şatafat, güzellik ve bir bakıma hayat veren, dışarıdan gelip onda yansıyan ışıktır. Ve ışıksız bir elmas, ruhu gitmiş ölü bir ceset gibidir.
Elmastan çıkıyor gibi görünen ışığın dışarıdan geldiğini izah etmeye kalkmak, belki malumu ilam etmektir. Ve abesle iştigal etmek gibi görülebilir. Çünkü bunun aksini iddia edecek kimse yoktur. Fakat herkesin kolayca kabul edebileceği bu basit gözlem, anlaması ve ulaşılması çok zor bazı önemli gerçekliklere çıkan merdiven olabilir ve o yüzden önemi büyüktür.
Şimdi başlangıç olarak şu soruyu soralım: Eğer dünyada karanlık diye bir şey olmasaydı ve güneş vs. gibi ışık kaynakları görülmeseydi, yani her tarafta ‘yaygın’ bir aydınlık olsaydı, acaba artık her zaman parıldayan elmastan gelen ışığı nasıl izah edecektik? Yine kolayca bu ışığın dışarıda görmediğimiz bir kaynaktan geldiğini mi söyleyecektik veya bu parıltıların kaynağının elmasın kendisi olduğunu mu iddia edecektik? İnsanların genelde görüşlerinin kısa olduğu ve olaylara yüzeysel baktığı dikkate alınırsa, bu sefer cevap hiç de kolay olmayacaktı.
Bu durumda biz yaygın bir ışığın farkında bile olamayacağımız için (her yeri dolduran ama görünmeyen yaygın cep telefonu ve televizyon dalgaları gibi), muhtemelen nasıl olduğunu anlamasak bile parıldayan ışıkların elmasın kendisinden geldiğini iddia edecektik ve aksini düşünemeyecektik bile. Böylelikle de ‘derin’ bir yanılgıya düşmüş olacak, çelişkiler ve çıkmazlarla boğuşup duracaktık. Örneğin, tek bir karbon atomunun (veya grafit hâlinde dizilen birçok karbon atomunun) ışık vermediğini görecek ve yapı taşında olmayan bir özelliğin bütününde nasıl olabileceği temel sorusuna cevap arayacaktık.
Bir kısım araştırmacılar karbon atomunu en ince ayrıntılarına kadar inceleyip ışığın atomun neresinden kaynaklandığını anlamaya çalışırken, ışık vermeyen grafitle ışık veren elmas arasındaki farkın atomlarda değil atomların diziliminde olduğunu gören diğer araştırmacılar da ışığın sırrını atomların kendilerinde değil, dizilimlerinde yani atomlar arası bağlarda arayacaktı. Delil olarak da elmasın şekli ve kesimi değiştikçe verilen ışığın nasıl değiştiği gösterilecekti. Sonunda birbiriyle çelişen ve kafaları karıştıran birçok teoriler kurulacak, bazı teoriler reddedilirken bazıları da tutarsızlıklarına rağmen daha iyisi olmadığı için bir süreliğine de olsa kabul görecekti. Ve temel yanılgı içindeki bu araştırmalar ‘pozitif bilim’, bu araştırmaları yapanlar da ‘bilim insanı’ olarak takdim edilecekti.
Işığın kaynağını dışarıda arama teklifleri ise akılları gözlerine inmiş bu kişiler tarafından ‘bilimsel olmayan’ bir yaklaşım olarak değerlendirilecek ve dikkate alınmayacaktı. Bu önyargılı yaklaşım, bilimin önünü açmak yerine bir set oluşturacak ve bilimin önünü tıkayacaktı. Bilim tarihine bakıldığında, bilim dünyasındaki en büyük açılımların, kutu dışında düşünmenin yani ‘alışılmışın dışında’ yaklaşımların sonunda gerçekleştiğini görürüz (Einstein’ın bir asır evvel klasik mekaniğin katı kurallarından sıyrılıp izafiyet teorisini kurması gibi).
Yukarıdaki tartışmalar ışığında, elması şöyle ifade edebiliriz: Elmas = Karbon + Işık. Yani elması elmas yapan ışıktır; daha doğrusu ışığı içine alıp yansıtabilme özelliğidir. İlginçtir ki elmasın etrafı da ışıkla doludur, ama biz her tarafı kuşatan o ışığı fark etmiyoruz bile. Bu görmediğimiz ışık aslında uzay dahil her tarafta vardır. Ama biz ışığın pırıltılarını elmas gibi ışığı alıp yansıtan maddelerde görürüz. O yüzden denilebilir ki karbon malzemesinden olan bir şey, eğer ışığı alıp yansıtabiliyorsa elmastır; yoksa grafittir. En harika elmas, ışığı optik bilimi kurallarınca en harika şekilde yansıtandır. Dolayısıyla, elması keserken ve işlerken göz önünde tutulan temel şey ışıktır ve ışığı yansıtma özelliğidir. İyi bir elmas sanatkârı olmanın birinci şartı da ışığı ve özelliklerini iyi bilmektir.
Görüldüğü gibi, elmasın gerçekliği ve göz kamaştıran büyüleyici pırıltılarının sırrı ancak her tarafta yaygın olan ışık âleminin varlığını fark edince ve elmasa karbon ve ışık âlemlerinin uyumlu bir birlikteliği olarak bakınca anlaşılır. Bu basit gözlem, varlıkların mahiyetini anlamakta sihirli bir anahtar rolü oynayıp çevremizi algılayışımızı ve yaratılış hakkındaki anlayışımızı derinden etkileyebilir. Önyargılardan sıyrılıp varlıkları temel katmanlarına ayırma yaklaşımı, aynı zamanda bilimin önünü açabilir.
[1] Einstein, A. ve Infield, L. (1938). The Evolution of Physics, Edited by C.P. Snow, Cambridge University Press. (Reprint: 1967, Touchstone. ISBN 0-6712-0156-5).
[2] Laughlin, R. B., A Different Universe – Reinventing Physics from the Bottom Down, Basic Books, New York, 2005, p. xv.
Elinize ve emeğinize sağlık saygıdeğer Yusuf Hocam. Sağ olun. İhya olduk. ‘Beden ve Ruh” Yazınız güzel bir şiir tadındaydı. Allah eksikliğinizi vermesin. Bu bilgilerin ve enformasyonun kitaba dönüştürmek ve ölümsüzleştirmek gerekir. Saygı ve sevgilerimle.29/02/2019