Bilgiyi hikayeleştirmek
Popüler bilim yazmanın en kestirme yolu bilgiyi hikaye etmekten geçer. Eğer hikaye kavramı zihninizde “Ömer Seyfettin” dışında bir imge uyandırmıyorsa elbette bunun nasıl bir hikaye olacağı konusunda kafanız karışabilir. Hikaye sadece giriş, gelişme ve sonuçtan ibaret bir olay örgüsünden ibaret değildir. Bilgiyi hikaye etmek, onu dinleyicinin ya da okuyucunun zihninde canlandırabileceği bir dil ile ifade etmektir.
Geçen yıllarda Boğaziçi Üniversitesinde bir programa katılan bilim adamı, tarihçi ve yazar Umberto Eco, bir televizyon kanalına verdiği röportajda “Her türlü bilgiyi hikâye diliyle anlatabilirsiniz!” dedi.
Ve ardından kısa ama etkili bir örnek verdi. Mesela bir çocuk annesine kaplan nedir? diye bir soru sorsa, annesi ona “Kaplan kedigillerden bir hayvandır. boyu şu kadardır, ağırlığı bu kadar…” tarzında bir cevap vermez. “Kaplan ormanlarda yaşar. Turuncu siyah çizgili bir elbisesi vardır. Et yer hatta insanları bile yer..” diye bir hikâye anlatır.
Çocuklar için popüler bilim yazan, yazmaya gayret eden biri olarak Eco’nun sözlerinin benim dünyamdaki karşılığı, bütün yazarlık geçmişimin adeta bir özeti ve çıkış noktasıdır.
Elektronlardan, DNA’lara, fotosentezden, protein sentezine, bir kartalın olağanüstü görüş kabiliyetinden, kar tanelerinin yaratılışına, kuyruklu yıldızların yapısından, yumurta kabuğu mimarisine kadar yerlerde ve göklerde ne kadar yaratılış harikası varsa hepsinin bilgisi bu çerçevede hikaye edilerek çocuklara anlatılabilir…
Şimdi size bir örnek vereyim:
Kuşların solunum sistemlerine dair şu bilgiye bakın:
“Kuşların solunum sisteminde akciğerler ve hava keseleri bulunur. Hava keseleri bazı kemiklerin içlerine kadar uzanır. Kuş akciğerlerinde alveol yoktur. Hava keseleri hava depolar ve körük gibi fonksiyon yapar. Kuşların kemik boşlukları hava taşır. Bu yapı sayesinde kuşların akciğerleri her zaman oksijenli temiz hava ile dolu olur ve yükseklerde çok rahat uçabilirler.”
Bu haliyle sadece ezberlenecek ama kolay kolay anlaşılamayacak bir bilgi yığınıdır.
Şimdi onu hikayeleştirelim:
“Nefes alın! Alın alın! Nasıl? Yeterince aldınız mı? Daha nefes alacak yeriniz kalmadı mı? E verin o zaman aldığınız nefesin bir kısmını ama verirken de nefes almaya devam edin!!!
Tamam tamam! Ben de böyle bir şeyin mümkün olmadığını biliyorum. İnsanlar ve öteki canlılar sürekli nefes alamazlar bi alıp bi verirler.
Kuşlar hariç ama!
Kuşların akciğerlerine ilave olarak bir takım hava keseleri yaratılmıştır. Akciğerin önünde ve arkasında bulunan bu hava keseleri tek taraflı girişlere sahiptir. Kuşlar nefes aldıklarında akciğerleri ile birlikte arka hava kesesi de temiz hava ile dolar.
Kirli hava ise ön kesede birikir. Kuşlar kirli havalı nefesi verirken, içi temiz hava dolu kese akciğere hava pompalar. Bir sonraki nefes alma işlemine kadar bu yedek temiz hava kuşun ciğerlerini oksijensiz bırakmaz. Yani kuşlarda nefes alma, hiç aralıksız sürer. Böylece oksijen ihtiyacı kesintisiz karşılanmış olur.
Özellikle 8 bin metre gibi inanılmaz yüksekliklerde uçan kar kazları, oksijenin pek az bulunduğu bu seviyede, ciğerlerindeki olağanüstü kesintisiz nefes alma sistemi ile rahatça uçabilirler. Savaş pilotları gibi maske üstüne maske takmalarına gerek kalmaz!” (Şu Acayip Kuşlar)
İkinci metinde ise gördüğünüz gibi satır aralarına pek çok örnek yerleştirilmiştir. Bu örnekler okuyucunun zihninde konunun anlaşılmasına yardımcı olacak pek çok imgeyi canlandırır. İşte bilgiyi bu türden hikaye etmek, okuyucunun anlatılan konuyu kolay kolay unutmayacak şekilde öğrenmesini sağlar.
Bilginin hikâyeleştirilmesine bir başka örnek:
“Her şey, pırıl pırıl bir güneşin, uzak tepelerin arkasından yeryüzüne “Merhaba!” demesiyle başlar. Güneşin ışıkları her şey gibi, bir yaprağın incecik yüzeyini de aydınlatır ve yaprağın ışığa duyarlı yaratılan yüzeyinden içeriye girer.
Yaprağın üst derisindeki hücreler, yaprağın üstündeki kaygan ve mumlu dokuyu oluştururlar. Bu sayede yaprağın üzerinde su birikmez, güneş ışıkları çok daha iyi yansır.
Hemen bir alt katta ise, çok önemli bir bölüm vardır. Çubuk şeklinde ve yuvarlak hücrelerden oluşan bu katmandaki hücrelerin içinde kloroplast adı verilen torbacıklar vardır ve bu torbaların içi klorofillerle doludur. Klorofiller yeşil renkte yaratılmışlardır. İşte yaprakların ve hemen hemen bütün bitkilerin yeşil olmasının sebebi de budur!
Eğer bizim hücrelerimizde de bu klorofil torbacıklarından bulunsaydı ne olurdu acaba, rengimiz yeşil mi olurdu? Fotosentez de yapar mıydık? Bilmiyorum, bildiğim ve emin olduğum tek şey, halimden memnun olduğum…
Ne yeşil renkte olmayı isterdim ne de ağaçlar gibi sabahtan akşama kadar güneşin altında dikilip fotosentez yapmayı.. Zaten Allah bu görevi onlara vermiş bize de sefasını sürmek ve şükretmek kalmış…
Bu yeşil klorofiller, yaprağa çarpan güneş ışığını yakalarlar. Klorofiller ışık avlarken, yaprağın alt yüzeyinde bakın neler olur…..” (Şu Acayip Bitkiler)
Bilgiyi hikaye etmenin en zor tarafı konuyu bir dürbin gibi aklın gözüne yakınlaştıracak örnekler bulmaktır. Sanırım pek çoğunuz, “aklın gözüne yakınlaştırmak için misalleri kullanma” tarzını yakından tanıyorsunuz.
“Hiç kulaktan kulağa oyunu oynadınız mı? Bizim çocukluğumuzda çok oynanan bir oyundu. Bilenler bilir, ben bilmeyenler için azıcık tarif edeyim.
En az on kişiyle oynanmalıdır ki tadı olsun. Bir araya gelinir, ip gibi sıralanır. Sonra en baştaki, hemen yanındakinin kulağına biraz uzunca, biraz da zorca bir cümle söyler:
“Damdan düştü bir kurbağa kuyruğunu titretti bunu gören jandarma, mezar taşına şöyle yazın dedi..”
İkinci sıradaki üçüncüye, üçüncü dördüncüye.. ta en sondakine kadar bu cümle, kulaktan kulağa fısır fısır aktarılır. En sondaki ise kendisine fısıldanan cümleyi açıktan söyler ve komedi de işte o anda başlar. Çünkü zavallı cümlecik o ağızdan bu kulağa, bu kulaktan o ağza gire çıka, perişan olur.
Arada mutlaka birileri yanlış anlar ve yanındakine yanlış aktarır. Sonunda bakarsınız cümle değişmiş bir tuhaf olmuş:
“Damdan bir jandarma düştü kurbağanın mezar taşına!”
Şimdi hava zerrelerini düşünün. Ses dalgalarını taşıma görevi ile yaratılmış hava moleküllerini…
Her bir hava molekülü arasında en az yüz moleküllük bir boşluk vardır. Ve her bir molekül, kendisine gelen sesi hiç değiştirmeden alır ve bir ötekine aktarır.
Bir odanın içinde konuşan iki kişinin sesleri birbirlerine milyarlarca milyarlarca milyarlarca molekül tarafından aktarıla aktarıla ulaşır. Sanki her birinin bir kulağı ve bir de ağzı vardır! Ve tüm konuşmaları, tüm sesleri, birbirine karıştırmadan, yanlış yapmadan aktarırlar.
Ne bir eksiklik olur bu işlerde, ne de bir yanlışlık…
Ses dalgalarını havasız ve boş ortamlarda yayılamayacak şekilde yaratan Allah, havayı da sesi yayabilecek şekilde yaratmıştır.
Her ikisi de, bizler için hayat boyu şükredilmesi gereken büyük bir nimet ve gerçek birer mucizedir…” (Şu Acayip Atom)
Popüler bilim yazmanın en keyifli tarafı —hem okur hem de yazar için— anlattığınız konunun anlaşılması ve keyifli bir okuma-öğrenme serüvenine dönüşmesi için pek çok farklı argümandan rahatlıkla faydalanabilme lüksüdür:
Edgar Allan Poe adındaki Amerikalı şair ve yazar, 1848 yılında Eureka adında bir yazı yazdı. Bu yazının bir yerinde şöyle diyordu:
“Gökyüzüne baktığımızda hiçbir yıldızın görünmediği karanlık boş bölgeler görüyoruz. Bu bölgeler ışığın bize henüz ulaşmadığı yerlerdir!”
Kısaca Poe’nun demek istediği şey, gökyüzündeki karanlık bölgelerin karanlık olmasının sebebi, oralardaki yıldızların ışığının henüz bize kadar ulaşmamasıydı!
Bu basit ama şaşırtıcı ifadeler, kafayı gecelerin neden karanlık olduğuna takmış pek çok bilim adamına “Vay anasını! Neden bu bizim aklımıza gelmedi!” dedirtmeye yetti.
Poe’dan bir yıl kadar sonra Alman gökbilimci Madler, gecelerin neden karanlık olduğunu açıklarken, Poe’nun söylediklerini neredeyse aynen tekrarlamak zorunda kaldı:
“Işık bildiğimiz en hızlı şeydir. Ama neticede onun da bir sınırı vardır. Uzaktaki yıldızları görmüyoruz. Çünkü ışıkları henüz bize kadar gelmedi. Bu yüzden gecelerimiz karanlıktır…”
Peki günün birinde bu yıldızların ışığı bize ulaşırsa ne olacak?
Söz konusu yıldızlar milyarlarca ışık yılı uzaklıkta olduğu için, endişe etmenin bir anlamı yok…
Üstelik evren sürekli genişlediğinden, o yıldızların ışıkları hiçbir zaman dünyamıza ulaşamayacaktır.
Ve dünya var olduğu sürece geceler, hep karanlık olacaktır…
Üzeri inci taneleri gibi yıldızlarla süslenmiş, siyah kadifeden bir battaniye gibi, şehirlerin, evlerin ve rüyalarında melekleri gören bebeklerin üzerlerini örter geceler…
Bize de, günümüzü aydınlık kıldığı için şükrettiğimiz gibi; tüm bu kâinatı, gecelerimizi karanlık olacak şekilde yarattığı için Rabbimize, şükretmek düşer…” (Şu Acayip Uzay)
Popüler bilim, popüler kültürün dili ile konuşur. Bundan elli sene önce kullanılan örneklerle bu günün çocuklarına bilgiyi hikaye edemezsiniz. Onların popüler dünyasını tanımalısınız. Seyrettikleri çizgi filmleri, oynadıkları bilgisayar oyunlarını bilmelisiniz ki, anlayacakları dilden konuşmanın bir yolunu bulabilesiniz. Eğer bu kültüre çok çok uzaksanız, işiniz zor demektir.
“Çılgın Hırsız filmindeki Ay’ı hırsızlama sahnesini hatırlıyor musunuz?
Çılgın Hırsız Gru, Ay’ı küçültüp cebine soktuğunda; dünyada sörf yapan bir adam, altından birden bire çekilen deniz yüzünden, kafa üstü kayalıklara çakılmıştı?
Peki ama neden?
Çünkü Ay’ın Dünya üzerindeki en büyük etkilerinden biri denizlerdeki GEL – GİT’lerdir.” (Şu Acayip Uzay)
Bilgiyi kişiselleştirerek hikaye ederek konuya başlamak, onu tatlı bir hatıra anlatır gibi anlatmak, okuyucunun sizi can kulağı ile dinlemesini sağlar. Özellikle konuya giriş parağrafları okuyucuyu yakalaması gereken bölümlerdir. Burada yakalayamadığınız okura bir şeyler anlatmayı unutun!
“Hayatımın en büyük keşiflerinden birini yaptığımda on yaşındaydım. Yaz bitmek üzereydi. Günlerimin çoğunu arka bahçedeki incir ağacının tepesinde geçiriyordum. İncirlerden bal damlıyor ve alaycı ihtiyar bir karga ile bu ballı incirler konusunda bitmek tükenmek bilmeyen bir mücadele veriyordum.
“Gaaak!”
“Yine mi geldin bed sesli gudubet!”
“Gaak!”
“Yürü git!”
“Gaaak!”
“Sinir bozucu yaratık! Gagalama şu incirleri!”
“Gaaak!”
“Göç etmeye ne dersin ha? Bak yaz da bitiyor, hadi göçüver sen. Leylekler ve kırlangıçlar çoktan yol hazırlıklarını bitirdiler; yakında kâfileler halinde Sibirya adında sıcak bir ülkeye gidecekler. Deniz, kum, güneş, envai çeşit tropikal meyve.. Aha böyle kafam kadar incirler… Buraya kış gelecek, soğuktan donacaksın.! Hadi naş naş!”
“Gaaaaak!”
“Senin yerinde olsam bi dakka durmam. Ama annem “Çok uzaklara gitme, evin etrafından ayrılma, seslenince sesimi duyacağın bir yerde ol!” diye tembihledi beni…”
“Gaaaaaaak!”
“Yo yo yo! O olmaz o benim o! Günlerdir, çatlayıp ballanmasını bekliyorum. Dokunma o incire..!”
Sırf o kargaya kaptırmayayım diye, en üst dallardaki olgun bir inciri koparmak için yukarılara doğru tırmanmaya başladım.
Ne olduysa işte o anda oldu. Bastığım dallardan biri kırıldı, hızla yere çakıldım. Ve hayatımın en büyük keşiflerinden birini de o zaman yaptım. İnsanların aslında uçabiliyor olduklarını keşfettim. Evet evet! Ümitsizliğe kapılmamalı, kuşların pırrrr diye uçmalarını, daldan dala konmalarını gözümüzde fazla büyütmemeliydik. İnsanlar da pekala uçabiliyorlardı. Ancak, sadece aşağıya doğru!
“Ighhhh! Başım, başım, başım!”
“Yer çekimi! Ahhhh! Evet kesinlikle yer çekimi diye bir şey de var! Ama o çok önemli değil…” (Şu Acayip Kuşlar)
Doğru bilgiyi bir öz olarak ele alıp onun etrafında hikayeler kurgulayın. Akademik bir tez yazmadığınız için kimse size “Bütün bunların yaşandığından emin misin?” diye sormaz. Çok çarpıcı sonuçlar elde edebilirsiniz!
Doktor Charles Dawson’un canı o gün çok sıkkındı. “Bulamadılar!” diyordu. “Bir türlü bulamadılar! İnsanların maymundan geldiğini ispatlayacak doğru düzgün tek bir fosil bile bulamadılar!”
Oysa zavallı Dawson, maymunların evrimleşe devrimleşe insanlara dönüştüğünden o kadar emindi ki!
Bir gece rüyasında, arkasında uzun kıllı bir kuyruk çıktığını gördü. Sevinçten naralar atarak, sokağa fırladığı gibi, Doğa Tarihi Müzesi’ne doğru koşmaya başladı.
Tabii yol boyunca karşısına çıkan herkese kuyruğunu gösterip:
“İşte bakın! İnsanların maymunlardan geldiğine hâlâ daha inanmıyorsanız şu uzun kıllı ve iğrenç kuyruğuma bir bakın!” diyordu.
Fakat koşarken çarpıp düşürdüğü insanlardan bir tanesi ona öfkeyle:
“Özür dilerim ama Dr. Dawson, bu kuyruk insanların maymundan geldiğini değil; sizin bir maymuna dönüşüyor olduğunuzu gösteriyor! Bence hemen aldırmalısınız onu!” diye bağırdı.
Dawson,“Bulamadılar ama bir gün mutlaka bulacaklar! İnsanların maymundan geldiğini ispatlayan bir fosili mutlaka bulacaklar!” diye sayıklaya sayıklaya, kan ter içinde uyandı.
Yatağından fırladığında ilk yaptığı iş, koşup aynaya bakmak oldu!
“Yo hayır!” Kuyruk falan yoktu..
Günlerden bir gün, Piltown kasabası civarındaki bir çiftliğin kenarından geçerken, yol kenarındaki bir çukurda, o civarda pek rastlanmayan cinsten iri bir çakmak taşı buldu…… (Bilim Öyküleri)
Mizah güçtür! Anlatımınızı etkili kılmanın en etkili yollarından biri mizah unsurunu kullanmaktır. Ancak mizah eğer kıvamında ve yerinde yapılmazsa, ortaya yine komik bir durum çıkar ama kendisine gülünen şey, anlatılan bilgi değil o bilgiyi anlatandır.
1922 yılıydı. Amerikan Doğa Tarihi Müzesi Müdürü Henry Fairfield Osborn, Batı Nebraska’daki Yılan Deresi yakınlarında kazı çalışmaları yapmaktaydı. Uzun bir süredir içinde eşelendiği çukurdan, “Buldum! Buldum! Buldum!” diye naralar atarak çıktı.
Tam o sırada, asistanlarından bir tanesi—elbette en kurnazı—Osborn’un ne bulduğuna bile bakma gereği duymadan, “Ben düşürdüm! Ben düşürdüm! Ben düşürdüm onu!” diye bağırmaya başladı.
Eğer Bay Osborn kıymetli bir şey bulmuşsa, üzerine konmanın en kestirme yolu buydu çünkü. Fakat, çukurdan çıkan Osborn, bu embesil asistanının yüzüne öfke ile bakarak, elinde tuttuğu şeyi gösterdi.
Bu eski bir kemik parçasıydı ve gerçekten çok eskiydi.
– Seni salak! Kendini çok mu kurnaz zannediyorsun. Şu bulduğum şeyi düşürmüş olabilmen için, en az bir milyon yaşında olman gerekir!
– Çok özür dilerim Bay Osborn! Acaba o elinizde tuttuğunuz şey nedir? Pis bir şeye benziyor, mikrop kapmayasınız!
– Bu bir, Hesperopithekus haroldcooki!
– Hespero.. ne?
– Hesperopithekus haroldcooki! Ama, Nebraska Adamı da diyebilirsin! (Bilim Öyküleri)
Popüler bilim yazarken dikkat edilecek noktalara ve çarpıcı usüllere dair notlar daha da artırılabilir. Belki de bu konu üzerinde uzun uzun konuşmalı ve tartışmalıyız. Çünkü özellikle çocuklar için bilim yazma konusunda büyük bir problemle karşı karşıyayız: Yazmıyoruz!
Acayip Şeyler Dizisi
Zafer yayın Grubu olarak kendi imkanlarımızla kendi sınırlarımız dahilinde bu büyük probleme çözüm olacak bir takım girişimlerde bulunduk.Yayınevi olarak imkanlarımız ölçüsünde bu konuda gayret gösterdik. Sözlerimin başında da belirtiğim gibi Tarık Uslu mahlası ile, ACAYİP ŞEYLER DİZİSİ adı altında benim yazdığım bir bilim dizisi başlatık. Sizlere örnek metin olarak verdiğim bölümler, bu dizinin çeşitli kitaplarından alınmadır.
İlk kitabı ŞU ACAYİP HAYVANLAR adını taşıyan bu dizi bitkiler, yeryüzü, gökyüzü, böcekler, insan vücudu, uzay, atom ve hücre konuları işlendi. Dizi halen devam etmektedir.
Şu an için Türkiye’de tevhidi bir bakış açısı ile kaleme alınan ve kullandığı dil ile, tercüme muadillerinin gerisinde kalmayan onlara ciddi anlamda rakip olan, hem özel okullarda hem de milli eğitim okullarında onbinlerce çocuk okura ulaşmayı başarmış ve mizah dilini kullanan, yegane popüler bilim dizisidir. Dikkat buyurunuz, ortalama 15 milyon çocuğun yaşadığı müslüman bir ülkeden bahsediyorum. Acayip Şeyler Dizisi gibi en az 100 tane farklı bilim dizimiz olmalıydı. binlerce de farklı kitap…
Biz yayınevi olarak bu kitapları planlarken çocuklar için yazılmış bir bilim kitabının hangi özellikleri taşıması gerektiği konusunu uzun uzun tartıştık.
Bu kitapların ilki tevhid vurgusu açısından en zayıf olanıydı. Buna rağmen ülkenin en büyük marketler zincirinden bir tanesine verdiğimiz kitaplar kısa bir süre sonra market zincirine gelen bazı şikayetler sebebi ile toplatıldı. Şikayet kitapların Allah’tan bahsediyor olmasıydı. Çocuklar için kaleme alınmış, hayvanlar alemini konu edinen bir bilim kitabında Allah’tan bahsediyor olmak birilerini fena halde rahatsız etmişti anlaşılan. Bunun üzerine şöyle bir karar aldık “Madem öyle bu vurguyu iyice artıralım!” Dizinin bir sonraki kitabı Şu Acayip Bitkiler’de yeri geldi ayetlerle konularımızı destekledik, yeri geldi konu ciddi bir iman dersi havasına büründü.
Daha sonraki kitaplar da bu tarz üzere hareket ettik. Şimdi aynı market zincirine Acayip Şeyleri tekrar verdik. Bu pazarlama departmanındaki arkadaşların büyük gayretlerinin neticesinde oldu. Aldığımız haberlere göre kitaplarımız market zincirinin en çok satanlar listesine girmiş bulunuyor…
İkinci önemli konu kitaplarda kullanılan dilin son derece eğlenceli bir anlatıma sahip olması ve mizah unsurunu mümkün olduğunca kullanmak noktasındaydı. Beklemediğimiz bir netice aldık. Bugün hani okula gitsem, çocuklar benden ısrarla şunu istiyorlar: No’lur ders kitaplarını da sen yaz!
Üçüncü husus, bütün bu eğlenceli anlatımın kesinlikle doğru bilimsel veriler üzerine kurgulanmasıydı. Zamanımızda bilgiye ulaşmak hiç zor değil. Bunun için akademisyen olmaya gerek yok. Hatta akademik bir kimlik, dezavantaj bile olmaktadır. Zira az önce de değindiğim gibi akademisyenler popüler bir dil geliştirememektedir. Özellikle de çocuklar için… Evet bilgi öğrenilir ve bulunur asıl zor olan o bilgiyi çocukların severek okuyacakları bir şekilde sunabilmektir.. Bunda da muaffak olduk. Acayip şeyler dizisi veli ve öğretmenlerin izlenimlerine göre çocukların derslerine yardımcı olmakta ve ders sırasında anlayamadıkları konuları anlamaları sağlamaktadır…
Dördüncü husus, anlatıcının bir öğretmen havasında olmaması çocuk okurun onu kendiyle eşit seviyede görmesi. Bu tarzın da yararını gördük. Pek çok çoçuk okur, “Bu kitapları okurken kendimi bilimadamı gibi hissediyorum” diyerek haklı olduğumuzu bize gösteriyor…
Beşinci ve önemli bir husus da, acayip şeyler dizisinin Allah’ın varlığını ispat gibi bir derdinin olmaması. Yani konular anlatılırken Allah’ın varlığını ispat etmek gözler önüne koymak ve türlü türlü delillerle çocuk okuyucuya bunu izah etmek gibi bir yola girmedik. Olanı anlattık. Sadece tesadüf, tabiat, evrim, kendi kendine oluş gibi tabirleri kullanmadık. Onların yerine rahat rahat Allah dedik, Rabbimiz dedik… Çünkü muhatab olduğumuz çocuk okur, aklıyla ve kalbiyle buna inanmak üzere yaratılmış… Yani henüz bozulmamış, zarar görmemiş ve örselenmemiş hissiyatı buna hazır. Bu tavır bizi dışarıdan sevimsiz ve itici görünecek bir propaganda görüntüsünden kurtardı.
Bugün acayip şeyler dizisinin bizim asla tahmin edemeyeceğimiz bir seviyede neredeyse sıfır reklam ile elden ele kulaktan kulağa yayıla yayıla geniş ve sadık bir okur kitlesinin oluşmasında, çocuklar tarafından böylesine çok sevilmesinde anlatımın eğlenceli ve heyecanlı olmasının dışında çok daha önemli bir gerçek var: O da, çocuk okurun satır aralarındaki tevhid kokusunu hissetmesi ve bu kokunun onların ruhlarında karşılık bulmasıdır.
Pedagoglar çocuk psikolojisi üzerine pek çok şey söylerler. Bunların bazıları zaman içinde geçerliliğini yitirir. Bir kısmı ciddi tespitlerin ürünüdür. Ancak şu nokta kesindir ve çocuk ruhu konusunda şeksiz şüphesiz kabul etmemiz gereken bir hususdur. Bizim çocuk dediğimiz şey, içinde Rabbine O’na iman edeceğine dair söz vermiş bir ruh taşımaktadır.
Biz bu diziyi hazırlarken amacımız ne hücreye anlatmaktı, ne atomdan bahsetmekti, ne uzayı tanıtmaktı. Asıl amacımız çocukların zihninde sahipsiz, başıboş, bir kainat izleniminin oluşmasını önlemek, onların akıl ve kalplerinde geç kalınmamış bir zamanda sağlam bir imanın temellerini atmaktı. ilerleyen yıllarda karşılarına beklenmedik yerlerde değil, halen okutulmakta olan ders kitaplarında çıkacak olan Yaratılışsız, Allah’sız bir bilim dilinin imanlarına zarar vermesine engel olmaktı…