İnsan ve Kainat

Dünyaya bilimin penceresinden bakın

Çağdaş Bilim Anlayışı ve Din

29 Kasım 2019 tarihinde Üsküdar Üniversitesinde, Ediz Sözüer tarafından verilen “Varoluşu Sorgulayan Kainat Tasavvuru” konferansının tam metni

Ediz-Sözüer-yeni-foto Çağdaş Bilim Anlayışı ve Din

Seminer Videosunun Adresi: https://youtu.be/MniGC9ujjC8

Aşağıdaki Google Drive depolama alanı adresine, seminer metni, Powerpoint sunumu ve seminer videosu yüklenmiştir. Görüntüleyebilir veya isterseniz indirebilirsiniz.

https://drive.google.com/open?id=1WXZBzIiWNSV-YPU4C8XepbVDogYIBIOy

Seminer fotoğrafları ve plaket takdimi görüntüleri için aşağıdaki adresi ziyaret edebilirsiniz:

Ediz Sözüer, bu çok özel sunumu ve seminer videosunu şu sözlerle takdim ediyor:

“Bu sunum akademik camiada bir milattır. Seminer videosunu mutlaka izleyin. Metinde bulamayacağınız çok sayıda ekstra diyaloga ve ifade edilen hakikatlerin en gür bir seda ve heyecanla takdimine şahit olacaksınız.   Allah bize nesl-i cedidi (bizi yüksek Kur’an medeniyetine götürecek yeni nesli) bir an önce getirsin inşallah. Medresetüzzehra’nın ruhu ve maneviyatı kendini tüm ihtişamıyla ve en yüksek ve gür bir ses ve sağlam mantık kurgusuyla göstermeye başladı. İzleyin, hak vereceksiniz. Kur’an medeniyetinin ayak seslerini duyacaksınız… İzleyin…”

Program akışı ve Konu Başlıkları:

1- Üsküdar Üniversitesi Rektör Yardımcısı Muhsin Konuk hocamızın takdim konuşması (14 dk.)

2- Seminer Sunumu (2 saat 20 dakika)

3- Soru-cevap ve Katkı Bölümü (20 dk.)

Varoluşu sorgulayan herkese hitap eden ve özellikle akademik camianın dikkatini çeken bu çok özel seminer sunumunda,

İlk olarak, bir yaratıcının varlığının kabulünün delillerini araştıran ve çıkarımlarını bu yönde yapan bilimsel yaklaşım ve çalışmaların insanlık için ifade ettiği değer ve bu yöndeki bilimsel bilgi ve yorumların kıymeti hakkında çıkarımlar, “Bilimsel Bilginin Gerçek Kıymetini Belirleyen Unsurun Sorgulanması” başlığıyla ortaya koyulmuştur.

Bu bir anlamda, din-bilim ve mantığı aynı potada eriten İslam ilm-i kelamı dehası Bediüzzaman Said Nursi’nin 1900’lü yılların başında yenilikçi bir eğitim projesi olarak takdim ettiği “aklî ve dinî ilimlerin bir arada okutulmasıyla beraber, birbirleriyle barıştırılması ve kaynaştırılması”nın özel ismi olan “Medresetüzzehra Eğitim Yaklaşımı”nın değer tespiti çalışmasıdır. (Kelâm ilmi: İslamiyet’in inanca dair meseleleriyle uğraşan ilim dalıdır.)

M31_AndromedaGalaxy_enez_ks_rgb_y95_v4_1400x800-1024x585 Çağdaş Bilim Anlayışı ve Din

Yaratıcının varlığını kabul eden bir bilim anlayışı oluşturmaya katkıda bulunan ve yaratıcının varlığını kabul eden bir eğitim yaklaşımının bilim dünyasına nasıl takdim edileceği hakkında ve bir bilim felsefesinin alt yapısı niteliğinde ciddî çözümlemeler içeren ve görsel destekli olarak sunulan bu çarpıcı seminer programında ele alınan diğer konu başlıkları ise şöyledir:

* Neden Akıl Tek Başına Hakikati Bulamaz? İspatlamaktan Neyi Anlıyoruz? İspatlamak Ne Demektir?

* Tabiattaki Maddî Sebepler ve Tabiat Kanunları, Neden Kâinatın ve Canlıların Oluşumunun “Gerçek Etki Edici Sebebi” Olarak Kabul Edilemez?

* Bir Yaratıcının Varlığı Düşüncesinin Bilimselliğe Uygunluğu

* Kâinatın Anlaşılabilirliği, Anlaşılmaz Bir Şey Değildir (Agnostik Felsefe Eleştirisi)

* İmanın Kayyum (Yani Sabite) Olup, Delillerin Yalnız Yardımcı Unsurlar Olduğu Meselesinin İncelenmesi.

* İdeal ve Makbul Bir İmanın Kainat Tasavvurunda, Hakikatin Bilinemez Olduğu Bir Kâinatın, Bir Mümin İçin Kesin Olarak Kabul Edilemez Olduğunun Ortaya Koyulması.

Seminer Metni

Varoluşu Sorgulayan Kainat Tasavvuru (Yaratıcının Varlığını Kabul Eden Bir Bilim Anlayışı)

nature.adapt_-1024x576 Çağdaş Bilim Anlayışı ve Din

Sizlere “Keşif Yolculukları” ismini verdiğimiz eğitim programımızın akademik eğitim faaliyetlerinin bir parçası olan “Varoluşu Sorgulayan Kainat Tasavvuru (Yaratıcının Varlığını Kabul Eden Bir Bilim Anlayışı)” isimli seminerimizi sunacağız. Hep birlikte hayalî ve zihinsel bir keşif yolculuğuna, heyecanlı bir maceraya çıkacağız. Bulunduğumuz dünyayı anlamlandırmak ve hiç olmadığı kadar şaşırtıcı bir farkındalık kazanmak için.. Çıkacağımız yolculukta bize eşlik etmenizi arzu ediyoruz. Bu programda büyük bir hakikati arama ve bulma macerasına davetlisiniz. Seyahat biletlerinizin ise tek bir ücreti var: Gerçeğin arayışında kuvvetli bir merak duygusu… Şunu hemen söylemiş olalım: Burada size ders veren ve bildiğini öğreten bir konumda değiliz. Çünkü ele alacağımız konuların hepsi, iç dünyamızda kendi kendimize sorguladığımız şeyler.

Seminerimizde yapacağımız çözümlemelerimizin, bir yaratıcının varlığının veya İslamiyet dininin doğruluğunun ispatı üzerine olmadığına dikkatinizi çekmek isteriz. Bununla birlikte sunumumuzda ciddî bir hakikat arayışına,  delil niteliğinde tespitlere ve temel yaklaşımlara şahid olacaksınız. Yaratıcının varlığının tüm detaylarıyla mantık ve bilim zemininde akademik olarak analizi ve sağlam bir mantık kurgusuyla delilleriyle ispatı ispatı için ise Tabiat Risalesi Açılımları kitabımızın tamamını (dikkatle okunmak şartıyla) mükemmel bir kaynak olarak gösteriyoruz. Bu kitap, temel/kaynak kitabımızın bir parçasıdır ve http://www.kesifyolculuklari.com internet sitemizin hem metin kitaplar hem de görsel/interaktif kitaplar bölümünden ulaşabilirsiniz.

Temel kitabımızda muhtelif yerlerde yaratıcının varlığı veya İslamiyet dininin doğruluğu hakkında çok ciddi deliller bulunmaktadır ama bu küçük kitabı baştan aşağıya yaratıcının varlığını ele alan ve tüm detaylarıyla işleyen bölüm olduğu için özellikle tavsiye ediyoruz.

Şimdi sizi insanın, hayatın, kâinatın ve dinin yüksek hakikatini keşfedeceğimiz, bulunduğumuz dünyayı anlamlandıracağımız, hiç olmadığı kadar şaşırtıcı bir farkındalık kazanacağımız, muhteşem bir zihinsel yolculuğun ve hayret verici gerçeklerin kapısından içeriye davet ediyoruz, lütfen içeriye buyurun!

Bilimsel Bilginin Gerçek Kıymetini Belirleyen Unsur

İlk başlığımıza geçmeden ve bambaşka bir zihinsel yolculuğa çıkacağımız hayalî yolculuktan önce kısa ve etkileyici bir videomuz var: 4 dk.da öykümüz. Video Adresi: https://goo.gl/mpkYTj

M42_OrionNebula_ks_RGB_y90_v6_1200x800-1024x683 Çağdaş Bilim Anlayışı ve Din

Ruhumuz bedenimize gönderildiği anda, şu şaşırtıcı ve güzel kâinatın içinde teklifsizce buluveririz kendimizi. Peki, “Neden buradayız, kim göndermiştir bizi ve buradan nereye gideceğiz? Biz kimiz ve bizden istenen nedir? Burada ne yapıyoruz?” İnsanlık tarihince sorulan bu soruların gerçek cevapları, bizim için neden önemlidir?

Bilim adına ortaya koyulan bir üründen ne beklenmelidir? Kıymeti nasıl ölçülmelidir? İnsana ne vermelidir ve nasıl bir içerikle takdim edilmelidir ki, gerçek anlamda bir bilim olarak kıymetli sayılsın? Acaba kâinatı daha iyi anlama yolculuğunda yol arkadaşımız olan bilim, ne gibi özelliklere sahip olmalıdır ki, kendisiyle olan bilgi alışverişimiz boyunca, bizi her defasında şahsî gelişimimizde daha yüksek basamaklara taşısın? Kanaatimiz odur ki, eşyanın oluşumunu ve işleyiş kanunlarını keşfetme yolunda çalışan ve bunların bütün inceliklerini ve prensiplerini ortaya koymak noktasında çok maharetli olan modern çağın bilim ve felsefesi; (ateist, materyalist, naturalist bilim yaklaşımları ve bilim felsefeleri ve bu yaklaşımların bilimin kendisi veya bilimsel gerçek olarak takdim edilmeleri sebebiyle) insan ruhunun yükselişine ve onun şahsî gelişimine bir katkıda bulunmaktan çok uzak kalmaktadır.

Çünkü verdiği bilgiler ruhsuz, donuk, kasvetli ve anlamsızdır. Anlamlı bir yorum getirilmemiş bilimsel veriler ve bilgi yığınları, insana korku, dehşet veya hayret duygularından başkaca bir şey vermemektedir.

Fiziksel yapısının zayıflığı yönüyle önemsiz bir canlı olan insanın boyundan büyük sorular sorması, kendisi için ne anlam ifade edebilir? Böyle bir insan ancak akıl ve idrak yönüyle bir kıymet ve anlam kazanabilirdi ve kazanmıştır da. Fakat halen vücudunun acizliği, ihtiyaçlarının sınırsızlığı ve ölüme mahkûm olması aynen yerinde durduğu için “yok olacak gibi” görünmeye devam ettiğinden, kazandığı kıymet kıymetsizliğe ve ifade ettiği anlam anlamsızlığa dönüşmeyecek midir? Şimdi bu önemli noktada soruyoruz: Nasıl bir hakikat bunu kökünden değiştirebilir?

İnsan akıl ile yukarıya çıktı, ölüm ile tekrar aşağıya indi. Peki, onu tekrar yukarıya çıkartacak, kıymetini gerçekten kıymet haline getirecek nasıl bir hakikat olabilir, bunu soruyoruz. İnsanın büyük potansiyelini, kapsamlı kabiliyetini boşa çıkarmayacak ve hüzünlü ruhunu sevindirecek bir büyük keşif mümkün müdür? Böyle anlamlı bir gerçeğin kıymetine sizce paha biçilebilir mi?

Dünyanın bizim için özel olarak inşa edildiğinin kesin olarak anlaşılması ve idrak edilmesiyle böyle bir şey mümkün olabilir. Çünkü böyle bir keşif, bu dünyada bulunma sebebimizin, kendimize yapılan özel muameleyi görmek ve takdir etmek olduğu gerçeğini de beraberinde getirecektir  (Gerçekten böyle bir şey var ise ve bu açığa çıkarsa).

Yani şuraya sizi biri kasten getirmişse ve nimetlerle sizi besliyorsa bu boşuna olamaz. Akıl ve idrake de sahip olduğunuzdan anlaşılıyor ki, sizden bir şey isteniyor. Nedir o? Çok basit. Bu özel muameleyi görmek ve takdir etmek.

Eğer gerçekten böyleyse, içinde bulunduğumuz hayat ve dünya, çok farklı bir ışıkla aydınlanacaktır ve kâinata bambaşka bir gözle yeniden bakabileceğiz. Bu imkânı insan olarak elde edebileceğiz demektir. Her birimiz “Bu dünya benim bir evimdir ve bana özel olarak inşa edilmiştir” diyebileceğiz.

Dünyanın, uzay boşluğunda ve göktaşlarının arasında rastgele savrulup giden ve acaba hangisi çarpacak da kıyametini kopartacak diye endişe edilen, nereye gittiği belli olmayan, sürekli birilerinin doğduğu, birilerinin öldüğü karman çorman bir yer değil de bir misafirhane olduğu ortaya çıkacak.

Bu bilgiye kesinlik derecesinde ulaşma ideali, bilimsel açıdan yüksek bir ufuktur. Bu yönde elde edilecek tüm bulgular ve bu alanda yapılacak bütün araştırmalardan yapılacak çıkarımların niteliği, bilimsel bilginin gerçek kıymetini belirleyecek unsur olacaktır.

Ayrıca iddiamız odur ki, bir yaratıcının varlığının kabulünün delillerini araştıran ve çıkarımlarını bu yönde yapan bilimsel yaklaşım ve çalışmaların insanlık için ifade ettiği değer, yaratıcıyı daha baştan konu dışı bırakan ateist yaklaşımdan çok daha büyük ve anlamlıdır.

Dünyanın bir misafirhane olduğunun keşfi, silsileli bir şekilde çok muazzam hakikatleri sonuç veren büyük bir hakikattir. Saray sahibini gerçek anlamda tanımak ve bilmek ise, hem her şeyin rengini değiştirecektir, hem de ebedî bir hayatı elde etmenin temel esasları olacaktır.

Burada ne için bulunduğunu bilen bir insan, artık her şeye ve her olaya bu pencereden bakacaktır.

Şimdi ideal ve makbul bir imanın temel taşı niteliğinde, hakikat arayışındaki ve varoluşu sorgulayan bir insan için kıymeti çok büyük ve önemli meseleler üzerinde duracağız.

Öncelikle hakikatin bilinemez olduğu bir kâinat tasavvurunun bir mümin için kesin olarak kabul edilemez olduğunu ortaya koyacağız. Daha sonra bu meselenin ayrılmaz bir diğer parçası olan ve Risale-i Nur’da ehemmiyetle vurgulanan “imanın kayyum (yani sabite) olup, delillerin yalnız yardımcı unsurlar olduğu” meselesini ve nasıl anlaşılması gerektiğini çözümleyeceğiz.

Sunumumuzun doğru anlaşılması için önemli bir bilgilendirme: Sunumumuzda hakikatin bilinemez olduğu bir kâinat tasavvurunun özellikle bir mümin için kabul edilemez olduğunu vurgulayacağız. Burada “hakikat” kelimesiyle kastedilen, eşyanın ve kâinatın en temel hakikati olan “yaratıcının varlığı” değildir. Yaratıcının varlığı hakkında oa tam bir belirsizlik söz konusu değildir ve ortaya koyulan delil ve incelemeler neticesinde, bu temel hakikatin doğruluğuna hükmedilerek, vicdanen ve aklen var olduğu kabul edilebilir. Ancak sunumumuzda bir yaratıcının varlığının delilleri üzerinde de ağırlıklı olarak durulmuş olmakla beraber; bilinemezliğinin tasavvur edilemeyeceğine vurgu yaptığımız bu temel hakikat değildir.“Yaratıcının varlığının gerektirdiği zarurî hakikatler”dir. Örneğin: Allah’ın yaptığı bir işi anlamaya kalkışan birinin, bu kâinatın Allah’ın var kabul edildiği durumda ne şekil alacağını hesaba katarak, o kâinata bakması gerekir. O’nun varlığının gerektirdiği zarurî neticelerin ışığıyla olaylara bakılmadığı zaman, hatalı sonuçlar çıkar. Örneğin denir ki: “Bu kadar zulümlere ve acılı ölümlere Allah nasıl müsaade ediyor? Zalim ceza almıyor, mazlum mükâfat görmüyor?”

Biz de deriz: O sizin tasvir ettiğiniz, Allah’ın mevcudiyeti hesaba katılmadığında kâinatın karanlık şekilde görünmesinden ibarettir. Hâlbuki Allah’ın varlığının zarurî gereği olan ebedî hayat diyarının yaratılmasıyla, filmin göz önünde bulundurmadığınız ikinci yarısı gösterime girecek.

O zaman kötü ve çirkin olarak gördüğünüz her hadise, hakikatte güzel olan asıl anlam ve şekillerini gösterecek. Zalimin zulmü cezasız kalmayacak, mazlumun mağduriyeti boşuna yaşanmış olmayacak. Her hakikat ve bu dünyada yaşanan her bir hâdise, gerçek manalarını ve tam hikmetli hakikî şekillerini kazanacak.

İman ile ilgili bütün hakikatlerin ve diğer iman esaslarının aslı ve kaynağı Allah’a imandır ve tüm iman esasları birbirinden ayrılmaz bir bütündür. Tüm iman esasları Allah’a imanın zarurî gereği olarak gerçekleşir, ispatlanır ve ancak Allah’a iman hakikatinin parlak ışığı altında tam olarak anlaşılabilir. Bu meseleyi bir özet mahiyetinde ifade etmeyi, incelememizi temellendirmek açısından faydalı görüyoruz. Şöyle ki: Madem bir Allah var, o hâlde kendi sanatını görüp hayret edecek, mükemmel işlerine şahit olup ibadet edecek şuur sahiplerini kâinatın her tarafında elbette mutlaka yaratacaktır. İşte meleklere iman esası… Bir Allah var, o hâlde kendisini bildirmemek, tanıttırmamak olmaz. İşte peygamberlere ve kitaplara iman… Bir Allah var, o hâlde tüm güzel sanatlarını çürüyüp mahvolmaktan, israftan, abesiyetten kurtaran ve kendisini seven ve sevilen, bilen ve bildiren kullarını idamdan, yokluktan ve yaratılış maksatlarını anlamsızlıktan kurtaran ve yüzeysel gözümüze temas eden tüm çirkinliklerin, adaletsizliklerin gerçek güzel hakikatlerini gerçekleştiren ebedî bir diyar muhakkak olmalıdır. İşte âhirete iman…

Madem her işinde maharetle işleyen, kararlı ve düzenli bir madde yapısı yaratan bir Allah var. O hâlde böyle mükemmel bir kâinatı yaratan O Allah, elbette işinin tüm planlarını, programlarını, modellerini ve ilmî manevî kalıplarını kendi ilahî ilminde saklamaktadır ve zamanı geldikçe gerçekleştirmektedir ki, işler böyle saat gibi işliyor.

Hem madem böyledir. Elbette harika işlerini anlayabilen ve takdir edebilen şuur sahibi kullarının fiillerini kayıt altına almamakla başıboş bırakması ve kendisi haricinde herhangi bir tesadüfî kuvvetin o kullarının hayatında gerçek anlamda hükmetmesine ve hayatlarına müdahalesine izin vermesi ve O’na ibadette ve O’ndan yardım istemekte ve O’na teşekkür etmekte başka ortakların iştirakini kabullenmesi hiç mümkün değildir. İşte Allah’a imanın ışığı altında parıl parıl parlayan hayır ve şerrin Allah’tan geldiğine ve kadere iman etmek esası…

Evet, hakikatin (yani yaratıcının varlığının gerektirdiği zarurî hakikatlerin) bilinemez olduğu bir kâinat tasavvuru bir mümin için kabul edilemezdir. Bu hüküm özellikle iman hakikatleri ve bir mümin içindir.

Çünkü temel hakikat olan yaratıcının varlığı, (imtihan ve dinin insana yüklediği teklif sırrı gereği), ister istemez herkesin mecburiyetle kabul edeceği kadar açık kesinlikte değildir. Ancak bu durum, tamamen ve mutlak bir belirsizlik manasını ifade etmemektedir. Çünkü bir yaratıcının varlığı, delilini ispatlayacak ve akla kapı açacak kadar makul ve aklî bir meseledir. Netice itibariyle kesinliklerine hükmedilecek nitelikte  bir hakikat olsa da, temel olarak nazarîdir. (teoriktir). Bununla birlikte, inanmayan veya inanmak konusunda henüz arayışı devam eden ve tereddüt içinde olan biri de: “Eğer şu kâinatın bir yaratıcısı varsa ve varlığını bilmemizi istiyorsa, o halde muhakkak surette bulmamızı istediği hakikat bilinebilir olmalıdır.

Ve bu kâinat da bu yönde çıkarım ve gözlem yapmaya elverişli bir niteliğe ve düzenliliğe sahip olmalıdır.

O halde, eğer bir yaratıcı varsa anlaşılabilir bir kâinatın ve ulaşılabilir, bilinebilir, varlığından emin olunabilir bir hakikatin olması gerektiğini öngörerek çıkarımlarımı yapmalıyım ve böyle olup olmadığı noktasına dikkat ederek araştırmalıyım” demelidir.

Hakikatin bilinemez olduğu bir kâinatı (akıl ile hakikati bulmakla mükellef kıldığı kulları için) yaratmış bir Allah’ı nasıl tasavvur edebiliriz ki?

“Ben bulamadım,göremedim, emin olamadım” diyebilirsiniz. Fakat “Bulunamaz, görülemez, emin olunamaz” diyemezsiniz.  Tabiatıyla bu hüküm özellikle bir mümin için geçerlidir.

Hakikatin yeri akılla ve vahyin yardımıyla bilinir, fakat kalple ve diğer latifelerle (duygu, his, sezgi gibi manevî cihazlarla) saklı olduğu yerden çıkartılır. (Kullandığımız tabiri mecazen ve edebî bir ifade şekli olarak anlamak gerekir. Yoksa, elbette hakikat maddi bir şey değildir ki, yeri veya mekanı olsun.) Yani iman hakikatleri esas itibariyle kalple idrak edilen, tasdik edilen, hissedilen ve gerçekliklerine kesinlik derecesinde hükmedilen hakikatlerdir. Sadece akılla bilinmezler.

Neden Akıl Tek Başına Hakikati Bulamaz?

Gayba (gözle görünmeyene) iman demek, delilsiz ve ne olduğunu bilmediğimiz bir şeye gerekçesiz inanmak mı demektir? Hayır, asla böyle değildir. Akıl tek başına hakikati tüm detaylarıyla keşfedemez, bir rehbere (vahyin bilgisine) muhtaçtır.

Neden akıl tek başına yolunu bulamaz acaba? Örneğin, biri sizi gizlice bayıltıp, bir ada içine kurulmuş bir tesise götürse ve uyandığınızda görseniz ki, tıpkı sizin gibi kendi isteği dışında adaya getirilmiş birçok insan da sizinle birlikte orada bulunuyor.

Ada içinde de bir konaklama tesisi kurulmuş. Ücretsiz yemek, konaklama ve gezinti imkânları sunuluyor. Âdeta bir ziyafete davet edilmişiz her birimiz. Soruyoruz şimdi: Adada bulunanlar, ada içindeki tesisin kuruluş maksadını ve o ada içindeki tesise gönderiliş gayelerini nasıl bilebilirler?

Acaba, kendilerini oraya gönderenin bildirmesi haricinde, bu bilgiye ulaşmanın kesin bir yöntemi mevcut mudur? 

Ayrıca aklı başında her insan, o cevapları bulmanın önemini takdir eder ve hangi nedenle adaya getirildiğini merak etmenin, insan olmanın bir gereği olduğunu dava eder.

Cevabı kimin vereceği ise, çok nettir: Sizi oraya gönderen ve o tesisi kuran, işleten kim ise, cevabı da o verecektir. Eğer bir insan belli bir maksatla isteği dışında bir yere götürülmüşse, bu konuda söz hakkı onu oraya götürenindir. Oraya neden getirildiğini ve o insandan ne istendiğini doğru olarak bilecek ve söyleyecek yalnız odur. Başkası olamaz.

Önce bizi buraya getirenin kim olduğunu bulmamız ve sonra sorularımızın cevaplarını ondan öğrenmemiz gerekiyor. Aslında çok basit bir şey söylüyoruz: “Madem yapan bilir, elbette bilen konuşur”, mantıkî bir kaidedir. Kâinatı yapan, içindeki dünya misafirhanesini işleten ve insanı bu kâinata kendi isteği dışında gönderen zat, elbette bunun nedenini ve insandan ne istediğini, ancak O bilir ve bildiği için, şüphesiz bildirecektir de. Ve herhâlde bildirmiş olmalıdır, öyle değil mi? Tüm bunlarla beraber, hak bir itikadî mezhep olan Maturidiliğin ve Ebu Hanife’nin ortak görüşü, insanın bir yaratıcının gerekliliğine kendi aklıyla ulaşabileceği ve hatta hiç peygamber gönderilmemiş bir dönemde yaşamış da olsa, bir yaratıcının varlığına fikren ulaşarak tevhid inancına sahip olmakla sorumlu olduğu yönündedir.

Fakat yaratıcının sahip olduğu özellikler ve yaratılış maksatlarının neler olduğu ve biz akıllı seyircilerden neler istediği gibi konular hakkındaki detaylı bilgiyi ancak ilahî vahiy verir.

Gayba iman demek, delilsiz ne olduğunu bilmediğin bir şeye gerekçesiz inanmak değildir elbette. Sadece eserden müessire giden delillendirmede müessirin tesiri gözle görüldüğü halde, kendisinin görünmemesinden ibarettir. Bir resmin üzerinde sadece işleyen fırçanın göründüğü bir kamera açısında, o fırçayla o sanatı resmeden ressamın şahsının görünmemesi gibi. Elbette böyle bir durumda, o sanatlı resmin, üzerinde işleyen o fırçadan bilinmemesi gerekir ve sanat kabiliyeti olan bir ressamın varlığına hükmedilmesi ise aklın gereğidir.Yani bazılarının zannettiği gibi tamamen bilinmeyen, görülmeyen bir şeye inanmak değil bu. Çünkü “ispat“, bir iddiayı delil göstererek doğruluğunu apaçık meydana çıkarmak manasını ifade ediyor. Bu noktayı tekrar detaylandırıacağız.

Hakikate Kör Noktadan Bakmak

İman ve inkâr arasındaki ince çizgide mesele hep aynı kör noktada düğümlenir durur. Bir yaratıcıyı ve bilinçli bir yaratımı kabul etmek istemeyenin gözü, hakikate kör noktadan bakmaktadır denilebilir. Baktığı kör noktada, aslında en basit zihinli biri tarafından fark edilip takdir edilebilen sanatlar, hikmetler ve nimetler gizlenir ve saklanır. “Evet, gözleri hasta olan, güneşin ziyasını inkâr eder; ağzı acı olan, tatlı suya acı der”. Yani imanla ilgili bir mesele sadece aklî ve mantıkî değil. Yalnızca akıl ve mantıkla başlamıyor ya da bitmiyor. Ortada zaten kesinliği yüzde yüz olmayan bir mesele var. Ama gördüğünüz delillere göre, ortada görünen vaziyete bakarak bir karar vermeniz, bir çıkarım yapmanız gerekiyor.

İşte ateistlerin bu çıkarımı kalplerinin hastalığından ve tabiatlarının bozukluğundan diğer seçenek yönünde yapmış oldukları çok açık bir şekilde ortada görünüyor. Bu öyle gözle görülen, maddî ve elle tutulan bir şey değil. Mesela bir bardağa su doldurduğumuzu ve birine ikram ettiğinizi düşünelim.

Bu bir ikram fiili değil mi? Hâlbuki yapılan şey, sadece elimizi uzatmak ve bardağı vermek. Ama bunun bir anlamı var. İnsan olduğumuz için, akıl ve kalp taşıdığımız için, makine olmadığımız ve sadece gözle çalışmadığımız için bu bir mana ifade ediyor. Nedir o mana? Soyut bir kavram: İkram fiili! Bu ne ile görülüyor, siz kendiniz söyleyin. İpucunu verdik zaten. Gözle görülüyor mu? Hayır. Ne ile görülüyor? Ya da ne ile takdir ediliyor, öyle soralım. Cevap: Akıl ve kalple takdir ediliyor. Başka bir şeyle değil. O fiil gözle görülüyor, akıl ve kalp ile de manası takdir ediliyor! Demek ki bunu görebilmeniz için hisseden bir kalp taşımanız lazım. Demek ki işleyen bir akıl sahibi olmanız lazım ki bu sonuçları çıkartabilesiniz. Risale-i Nur’da geçen çok meşhur bir vecizedir: “Her şeyi maddede arayanların akılları gözlerindedir. Göz ise mâneviyatta kördür.” Manevî bağları ve soyut şeyleri görmez.

Yapılan bir işten, o işi yapan fiilin varlığına intikal edebilmek ve o fiilden, fiili işleyen birinin varlığını idrak edebilmek, ancak akıl ve kalbin görüp takdir edebileceği tamamen soyut bir kavram olduğundan ve çıplak gözle görülen, elle tutulan bir nesnenin varlığını bilmekten ayrı bir mana olduğundandır ki, iman etmek tamamen bir takdir ve nasip işidir. Allah iman nurunu ve hidayet cevherini, ancak iradesini doğru yönde kullanana nasip eder. Fakat görünmeyene iman etmek (iman-ı bilgayb), imanın temeli olduğundan, deliller ne kadar kuvvetli de olsa, elle tutulup, gözle görülen bir şey olmadığından, hakikatin inkârı yine de mümkündür.

Zaten dinin teklifi ve insanın imtihanının özelliği, iman hakikatlerinin ister istemez herkesin mecburiyetle kabul edeceği bir açıklık ve kesinlikte olmamasındadır.

Yani iman hakikatinin gerçekliğinin delilleri, hür iradeyle seçilebilecek derecenin ötesine geçmemeli, iradeyi kaldıracak kadar zorlayıcı olmamalıdır.

İman hakikatlerinin ilmen doğruluğu, mâkuliyeti ve kesinliği gösterilebilmektedir ve “evet, muhakkak böyle olmalı, başka türlü olamaz” dedirtecek özellikte bir kıvama sahiptir ve akla kapı açarak delillerle desteklenmektedir, fakat aklî çıkarımlara dayanan soyut bir hakikat mahiyetinde olduğundan, seçme hürriyeti olan irade ellerden alınmamış olur. Herkesin mecburiyetle kabul edeceği derecede zorlayıcı deliller ve mucizeler olsaydı, imtihan sırrı bozulurdu. Yani sadece delilini ispatlayacak derecede akla kapı açılıyor.  Eğer bedahet derecesinde (açık, delile ihtiyaç kalmayacak ve herkes mecburen kabul edecek tarzda bir kesinlikte) olsa idi herkes kabul ederdi, böyle olunca da imtihanın neticesi ziyan olurdu.

Önemli Bir Nokta: “Ortada zaten kesinliği yüzde yüz olmayan bir mesele var.” derken kastettiğimiz şudur: İman hakikatlerinin matematik kesinliğinde ve gözle görülen ve delil istemeyen kesinlikte olmamasıdır. Matematik kesinliği olan bir hakikat olursa imtihan sırrı bozulur. İman hakikatinin gerçekliği, yüzde 100’e yaklaşacak, yaklaşacak ve “Yüzde 99,9999..99 ihtimalle böyle olmalı. Evet başka bir yolu yok, bütün eşya kâinat çapında bir tek kudret tarafından yaratılmalıdır” dedirtecek noktaya kadar gidecek fakat yüzde 100 olmayacak. Olursa imtihan sırrı bozulur. İmana dair hakikatler, kendi delillerini ispat edecek kadar açıktırlar. Fakat herkesin mutlaka mecburiyetle kabul etmesini netice verecek kadar da kesinlik arz etmezler ve bir derece örtülü bir yapıdadırlar ve öyle de olmalıdırlar.

Çünkü eğer böyle olmazsa elmas ruhlu insanlarla, kömür ruhlu insanları nasıl ayırt edeceksiniz? O zaman herkes kabul edecek.

Bu meselede iki nokta var:

1- Teorik olarak o ispatların yüzde yüz kesinliğinden bahsedilebilir ve ediyoruz.

2- Fakat bununla birlikte herkesin mecburen kabul edeceği bir matematik kesinlikte ve somut-görsel bir delil olmaması noktasında delile ihtiyaç bırakmayan açık bir kesinlik (bedahet) veya zorlayıcı ve iradeyi elden alan bir delilin olmadığı noktasında da yüzde yüz değildir diyoruz. (İmtihan sırrı gereği.) Evet, iman hakikatlerinin yüzde yüz olması sadece teorik olaraktır. Yani inkâra mecal bırakmayacak kadar pratikte kesinliği olan somut-görsel meseleler değildir. Nazarîdir. Yoksa iradenin kalmadığı yerde hürriyet, seçme serbestliğinin olmadığı yerde de mesuliyet kalmaz. Zaten böyle bir kıvamda olması gerekiyor. Blaise Pascal’ın ifade ettiği gibi: “Görmek isteyenler için yeterince ışık, görmek istemeyenler için yeterince karanlık vardır.”

Yani zorlayıcı, mecbur edici kıvamda delil yok. Fakat elbette (tekrar önemle vurguluyoruz ki) böyle diye delillerin teorik olarak kesinlik ifade etmediği söylenemez. Yani masanızdaki bilgisayarının varlığı gibi bir somut ve inkâr edilemez bir açık gerçeklik değil. Bu konu tartışmasızdır. İşte imanî meselelerde inkâra mecal vardır. Bilgisayar örneğinde ise yoktur. Zaten bu meseleyi böyle ifade etmezsek kimseyi mesul edemeyiz. Dinin teklifi ve imtihan sırrı, ancak bu “kabul ve inkâr edilebilirlik” üzerinde olabilir (Bu demek değildir ki, kesinlik içeren deliller yoktur).

İspatlamaktan Neyi Anlıyoruz? İspatlamak Ne Demektir?

Bu noktada bir kavram tespitine ihtiyaç var. İspatlamaktan neyi anlıyoruz? İspatlamak ne demektir? Bir iddianın kesin bir delile sahip olması nedir?

Aklî delil ile somut gerçeklik arasındaki fark nedir? Öncelikle, bir şeyin somut ve görsel bir gerçekliği yoksa bile, akli bir delili ve ispatı pekâlâ olabilir.

“İspat“, bir iddiayı delil göstererek doğruluğunu apaçık meydana çıkarmak manasını ifade ediyor. Şimdi imana temas eden konularda elinizle tutup gözünüzle göreceğiniz, deneysel biçimde doğruluğunu teyit edeceğiniz tarzda deliller yok.

Fakat bu noktadan hareketle ve böyle diye, bu meselelerin akla uygunluğunun olmadığını veya kesinlik içeren mantıki delillerinin bulunmadığını söylemek, hakikate karşı çok büyük bir haksızlık ve hata bir hüküm olur.

Meseleyi somutlaştıralım iyice. Bize hayat imkânı verecek düzendeki bir kâinatın tesadüfen oluşması ihtimali ise, ünlü İngiliz matematikçi Roger Penrose tarafından hesaplanmıştır. Penrose, tüm fiziksel değişkenleri hesaba katarak, bunların kaç farklı biçimde dizilebileceğini dikkate alarak ve içinde canlıların yaşayabileceği bir ortamın oluşmasının, Big Bang’in diğer muhtemel sonuçları içinde kaçta kaç ihtimale sahip olduğunu tespit ederek bulduğu ihtimal şudur:

10 üzeri 10 üzeri 123’te bir ihtimal! Bu sayının ne anlama geldiğini düşünmek bile zordur. Örneğin 10 üzeri 3, 1000 sayısını ifade eder. 10 üzeri 10 üzeri 3 ise, yani 1 rakamının yanına 1000 tane sıfır.

Ama burada 1 rakamının yanına, 10 üzeri 123 tane sıfır gelmektedir ki, bunun matematikte bile bir adı ya da tanımı yoktur. 10 üzeri 123, evrendeki tüm atomların sayısının toplamından, yani 10 üzeri 78’den bile büyük bir sayıdır.

Ama Penrose’un bulduğu sayı, bunun çok daha üstündedir. Acaba Roger Penrose hesapladığı bu sayı hakkında ne düşünmüştür? Penrose, akıl sınırlarını çok aşan bu sayı hakkında şu yorumu yapar: “Bu sayı, yani 10 üzeri 10 üzeri 123’te bir ihtimal, Yaratıcı’nın amacının ne kadar keskin ve belirgin olduğunu bize göstermektedir. Bu gerçekten olağanüstü bir sayıdır. Bir kimse bunu doğal sayılar şeklinde bile yazmayı başaramaz, çünkü 1 rakamının yanına o kadar sıfır koyması gerekecektir ki, eğer evrendeki tüm protonların ve tüm nötronların üzerine birer tane sıfır yazsa bile, yine de bu sayıyı yazmaktan çok çok geride kalacaktır.”

Açıkça ortaya koyulduğu gibi, kâinatın tesadüfen oluşma ihtimali yoktur.

Montreal Üniversitesi Psikiyatristi Karl Stern, bu gerçeği görmezden gelmeye çalışanlar hakkında şöyle bir değerlendirme yapmaktadır: “Evrenin şu anki yapısının tümüyle bir tesadüf eseri olabileceği düşüncesi, tamamıyla delice bir düşüncedir. Delilik kavramını argovari bir hakaret niyetiyle değil, tamamen psikolojideki teknik anlamıyla kullanıyorum. Gerçekte bu tür bir düşünce ile şizofrenik düşünce tarzı arasında büyük benzerlikler vardır.” (Şizofrenik düşünce içeriği bozukluğunda, gerçeklikle ilgisiz tuhaf fikirler ve çıkarımlar bulunur).

Evrim ve tabiat alternatifi üzerinde diretmek, Shakespeare’in eserlerinin, Shakespeare tarafından değil de bir milyar daktilonun başına oturmuş, bir milyar maymunun, bir milyar yıl boyunca süren yazma işleminin sonucunda yazıldığında ısrar etmeye benzer.

Bunun için ihtimal hesabı yapılmaya kalkışılacak olursa sıfıra çok yakın, ama sıfır olmayan bir ihtimal bulunabilir. Ama diğer taraftan herkes Shakespeare’in herhangi bir eserinin maymunlar tarafından pratikte, gerçek hayatta asla yazılamayacağını da bilir.

İşte bu meselemizin temel noktasıdır, matematik olarak bir ihtimal var ama pratikte yok, yani meselemizin somut bedahette –aşikâr kesinlikte- olmasa da teorik anlamda yüzde yüz kesinliğinden bahsedilebilir. Mesele bunu fark edilmesindedir.

“Evet, çok küçük bir ihtimal ama yine de mümkün!” diyenlere diyoruz: “Hayır, asla mümkün değil! Buna mümkün denmez.” Evet matematik olarak bir ihtimal var, sıfır değil o ihtimal. Fakat bu derecede küçük ihtimaller pratikte “sıfır” kabul edilebilir. Çünkü mevcut hayat şartları içerisinde öyle bir şey vücuda gelme şansı bulamayacak.

Mevcut durumda yaşamı tesadüfen oluştururmak için, başka bir kâinata gitmek gerekiyor. Çünkü bu dünyada yaptığımız ihtimal hesapları, bu kâinatın çok dışına taşıyor. Bir protein tesadüfen meydana gelemiyor. Bu kâinatın sahip olduğu madde parçacığı ve bütün ömründe geçen saniye sayısı, o denemeleri başarılı bir şekilde gerçekleştirmeye ve o proteini oluşturmaya yetmiyor. Nitekim söz konusu ihtimal hesaplarıyla hayatın tesadüfen, haricî bir müdahale olmadan oluşabilmesi için çok sayıda evrene ihtiyaç olduğunu görülmesi ile, her birinde o denemelerin yapılıyor olduğu kabul edilen ve güncel bir popüler bilim konusu olan “çoklu evrenler” düşüncesi, kâinatın yaratılışını inkâr etmeye çalışan düşüncenin farklı bir versiyonudur. Bu tezdeki temel gaye, yaşamı barındıran bir kâinat meydana getirmek için muhtemel denemelerin sayısını ve zamanın miktarını artırmak ve dolayısıyla evrenin sözde ihtimaller dâhilinde oluşabilme olasılığını yükseltmektir ve şu cümleyi söyleyebilmektir: “Sonsuz sayıda çoklu evren var. Öyle olunca da, birinde olmasa diğerinde hayat mutlaka meydana gelmiştir.” Nobel ödüllü fizikçi Steven Weinberg, ateizme taraftar Richard Dawkins ile yaptığı röportajda “çoklu evrenler teorisindeki evrenlerin sayısı insan hayatının oluşabilmesi için, çok sayıda olması gerekir. Minimum 1056 olmak zorundadır.

Eğer dalgalanma hakkında bilgiye sahip olduğunu düşünüyorsan minimum 10120 demelisin. Aslında bu biraz kafa karıştırıcı.” ifadelerine yer vermiştir. Weinberg’in sözleri çok dikkat çekici.

Fakat bu verilerden bir sonuç çıkarabilmek neden kafa karıştırıcı olsun ki? Aslında hiç de öyle değil. Yaratıcı yerine kâinatımızdan başka 10120 tane başka kâinatın var olduğunu kabul etmek ne demektir? Kâinattaki toplam sayısını ifade eden 1078 tane atomun her birinin üzerine 1 trilyon yani 1012 tane sıfır koysak, 1078*1012=1090 ediyor. Yani 10120’den yine inanılmaz derecede küçük bir sayı. Yani bunu kabul etmekle, her bir atomun üzerine 1 trilyon sıfır koymaktan çok daha büyük sayıda kâinatın varlığını delilsiz kabul etmeniz gerekiyor! Eğer kendinizi bir yaratıcıyı kabul etmemeye mecbur bilirseniz ve buna şartlanırsanız, böyle çıkmaz sokaklarda tıkanıp kalıyorsunuz.

Hâlbuki tabiatta görünen sabit kanunları ve hassas ayarı açıklamak için sadece iki şık var. Ya Richard Dawkins ve ateistlerin, “var olduğu düşüncesi”nden bile rahatsız oldukları ve hoşlanmadıkları bir yaratıcının varlığı kabul edilecek. Veyahut varlığına dair bir emare ve delil bile olmayan, olsa bile “kafa karıştırıcı” ve 10120 adet çoklu evren olduğu kabul edilecek. Allah aşkına böyle bir tercihi yapmanın neresi zor? Zorluk sadece gerçek olması istenmeyen ihtimalin, yani bir yaratıcının varlığının gayet akılcı olmasında mı? Bilimsel düşünceye daha uygun olmasında ve daha elverişli görünmesinde mi? Zaruret derecesinde bir gerekliliğe sahip olmasında mı? Arzu edilen ihtimalin ise, yani tesadüfe bağlı oluşumun ise imkânsızlık derecesinde düşük olması ve söz konusu düşünceye hararetle taraftar olanların bile, böyle bir rastgelelik ihtimalinin gerçekleşmiş olabileceğini kabul etmek konusunda, kendi akıllarının bile rahatça onay verememesinde midir zorluk acaba?

Netice olarak, böylesine ümitsiz çarelere güya bilim adına başvuran ateist düşünce taraftarı bilim adamlarının bu hurafeye inanmaktaki ısrarlarının, bir tek yaratıcının varlığı düşüncesini güçlendirdiğini rahatlıkla söyleyebiliriz bu noktada.

Evet, böyle kurgusal bir yaklaşımla hayatın kökenini açıklamaya çalışmak, bilimsel nitelikte görülmemelidir. Çünkü görünen kâinatın verilerine ve şartlarına göre çıkarımların yapılması ve bu çıkarımların adına bilim denilmesi bir temel esastır.

(Bir yaratıcının varlığı hakkında, “eserden eser sahibinin varlığına intikal etmek” temelinde şekillenen aklî deliller bu temel esasla uyumludur ve bilimsel nitelikte görülmelidir. Bu kanaatimizi sunumumuzun ilerleyen bölümlerinde detaylandırdık ve gerekçeleriyle ortaya koyduk.) Bir yaratıcıyı kabul edenlerin düşüncelerinin bilim adına çok acımasızca eleştirilmesi ve bilim dışı görülmesi karşısında; sırf bir yaratıcıyı kabul etmemekteki ısrar neticesinde mecburiyetle başvurulan böyle imkânsız senaryolar ve tamamen kurgusal yaklaşımlar, bir yaratıcıyı kabul edenlere de bu yaklaşımları bilim dışı olarak görme hakkını verecektir diye düşünüyoruz.

Ayrıca sürekli yenilenen bir kâinatta böyle bir ihtimal dahi mümkün değildir. Bu hesaplar, sanki bir sabit şekil baz alınarak yapılmış. Fakat kâinat sürekli yenileniyor, o zaman işin rengi de çok değişiyor. Çünkü sayısız yerde ve sayıda bulunan imkânsız ihtimallerin sürekli olarak gerçekleşmeye devam etmesi söz konusu olacaktır ve böyle bir şeyin gerçekleşme ihtimalinin ise doğrudan ve hesapsız olarak reddedilmesi gerektiği açıktır.

Kâinatın Anlaşılabilirliği, Anlaşılmaz Bir Şey Değildir (Agnostik Felsefe Eleştirisi)

Ele aldığımız konunun ayrılmaz bir diğer parçası olan ve Risale-i Nur’da ehemmiyetle vurgulanan “imanın kayyum (yani sabite) olup, delillerin yalnız yardımcı unsurlar olduğu” meselesini incelemeden önce, kâinatın varlığını inkâr eden Sofestaileri ve hakikatin bilinemezliğini kabul eden agnostik felsefe benzeri düşünceleri ele almak istiyoruz.

Risale-i Nur’da, kâinatın varlığını inkâr eden Sofestailerin ve hakikatin bilinemezliğini kabul eden agnostik felsefe benzeri düşüncelerin ciddiye alınmadığını ve pek fazla üzerinde durulmadığını görüyoruz. Gerçekten de gördüğümüz eşya üzerinden çıkarımlar yapmayacaksak başka neyi temel alarak bilim yapacağız? Temelsizliği çok açık bu iddialar hakkında sadece bir iki noktaya değinerek bu meseleyi bitirmek istiyoruz.

Birinci nokta, (Risale-i Nur Külliyatı’nın Sözler kitabında Yirmibirinci Söz’ün İkinci Makam’ında bahsedildiği gibi) delilden kaynaklanmayan bir ihtimalin hiçbir kıymetinin olmayacağı düsturudur. “Kâinatın olmadığı veya duyu organlarımızla algıladığımız eşyanın görünen şeklinin, hakikatin temel yapısını tamamen ters yüz edecek kadar yanlış olduğu”na dair kesin deliller bulunmadığı sürece bu konudaki her türlü şüphe ciddiye alınmaktan uzak olacaktır.

İkinci nokta, Albert Einstein’a atfedilen bir sözde karşılığını bulan manadır. “Kâinatla ilgili en anlaşılmaz şey, kâinatın anlaşılabilir olmasıdır”. Bu tespit, kâinatın varlığı ve eşyanın gördüğümüz gerçekliği konusunda bize doğru bir bakış açısı vermektedir.

Çünkü eğer böyle olmasaydı, var olmayan veya doğru olarak algılayamadığımız bir şeyi anlayabilmemiz ve düzenli prensiplerle açıklayabilmemiz de mümkün olamazdı denilebilir. Biz bu sözü bir adım daha ileri götürüp, kâinatın anlaşılabilirliğinin aslında hiç de öyle anlaşılmaz bir şey olmadığını söylüyoruz ve diyoruz ki: “Kâinatın insan tarafından anlaşılabilir bir özellikte görünmesi, insanın varlık sebebinin kâinatı anlamak olduğuna ve bu kâinatı yapan kişiye anlayışlı bir muhatap olmak maksadıyla gönderildiğine o kadar açık bir delildir ki, en basit zihinli bir insan bile kalbinin ve aklının derinliklerinde bunu tereddütsüz olarak bilir ve derin bir hürmetle bu hakikati hisseder. Sadece içlerinden bazıları bu büyük hakikati bilmezden gelerek ve üstünü örterek veya şeklini değiştirerek inkâr eder ve kendi kendilerine ihanet ederler.”

İmanın Kayyum (Yani Sabite) Olup, Delillerin Yalnız Yardımcı Unsurlar Olduğu Meselesinin İncelenmesi

Şimdi ele aldığımız konunun ayrılmaz bir diğer parçası olan ve Risale-i Nur’da ehemmiyetle vurgulanan “imanın kayyum (yani sabite) olup, delillerin yalnız yardımcı unsurlar olduğu” meselesi hakkında önemli izahlarımıza geldik. Delilleri değerlendirirken yani henüz iman etmemişken bile ispat-inkâr arasındaki yapısal farklılıktan dolayı meselenin kayyumu (sabitesi) olarak imanı görmek aklîdir. Çünkü mantıken sadece bir delilin doğruluğu iman hakikatinin doğruluğunu gerektirir. Hâlbuki binlerce karşıt delil bile olsa (çünkü inkârdır) kesin olarak yanlış veya yok olmasını gerektirmez (Bunun önyargıyla bir ilgisi yoktur). Mesele şudur: Meselenin sabitesi iman, deliller ise onlara yardımcı unsurlardır.

O deliller tek tek çürüse veya farklılaşsa bile, yukarıda sabit bir şekilde duran iman gerçeği sarsılmaz, yüzlerce karşıt delil ve şüpheler de olsa, onun sıhhatine ve kesinliğine zararı olmaz.

Çünkü iman mesleği bilgiye ve delile dayalı ispattır. Bu hüküm iman etmeden önce de sonra da aynıdır, değişmez. Bu tarzda bir değerlendirme mantıklı olandır. Bir iddianın doğruluğu veya eşyanın varlığı konusunda yüzlerce, binlerce delil ve karşıt delil öne sürülebilir. O iddianın doğruluğu veya eşyanın varlığı konusundaki delillerden bir tanesinin gerçekliği halinde, iddianın doğruluğu ve eşyanın varlığı ortaya çıkmış olur. Bunun aksi düşünülemez. O zaman burada ispat mesleğinin farklılığı ortaya çıkmış oluyor.

Fakat o eşyanın yokluğuna veya iddianın yanlışlığına dair yüzlerce delile rağmen, o delillerin bir şekilde yanılmış olma ihtimali ve o eşyanın var olma ihtimali her zaman mümkündür. Peki neden öyle olsun? Çünkü yokluğa dair deliller, hakikatin tamamını kapsamaktan aciz olacaklarından her zaman bir açık kapı kalacaktır. Hem o güya yokluk delillerinin çok sayıda ve değişik sebepleri olabilir. Hem o delillerin aksine ihtimal verebilmek ve gerçeğin de bu yönde olması her zaman mümkündür. Nedeni bilinmeyen veya izahı mümkün olan bir tek şüpheyi bahane ederek; binlerce delilin birleşmesiyle gerçek ve doğru olduklarına kesin ve tereddütsüz kanaat oluşan imanî meseleleri inkâr etmek veya onlardan vazgeçmek, her şeyden önce aklî ve mantıkî bir yaklaşım değildir.

Çünkü bazı delillerin yanlışlığı söz konusu olsa da, neticeyi değiştirmeyecektir ve tek bir delilin doğru olmasıyla, neticenin doğruluğu gerekecektir. İddianın doğruluğu ortaya çıkınca da, diğer tüm şüphelerin ve karşıt delillerin de bizce meçhul izahları ve nedenleri çözümlenmiş sayılacak ve elbette hükümsüz kalacaklardır. Aksine ihtimal vermek, mantıken imkânsızdır. Yani inanan bir insanın, inkârcıların bütün şüphelerinin doğru izahlarını, bütün sorularının cevaplarını bilme zorunluluğu ve mecburiyeti yoktur!

İnkârcı bin tane şüphe ve bin tane karşıt delil ortaya koymuş olsun. İmanımızı kurtarmak için veya kendi mesleğimiz olan iman yolunun doğruluğunu ispatlamak için; bunların hepsinin tek tek çürütülmesi, hepsinin tek tek doğru izahlarının bulunması ve araştırılması zorunlu değildir. Çünkü bir kâfir, inkâr yolunda gitmektedir. İnkârcının ciddî bir yapısal farklılığı vardır. Mü’minler de ispat yolunda gitmektedirler. Onların da ciddî bir yapısal farklılığı vardır.

İnanç cephesinin sadece bir tane delilinin gerçek anlamda doğru olduğu ortaya çıksa, inkârcının bütün şüphelerinin ve karşıt delillerinin bir şekilde (sebebini ve izahını bilmesek bile) muhakkak bir çözüm noktası olduğunu mantıken kabul etmemiz gerekiyor. Aynen Risale-i Nur Külliyatı’nın Lem’alar kitabında Onüçüncü Lem’a’nın Onüçüncü İşaret’inin Üçüncü Nokta’sında geçen saray misali gibi. Bir kapı açıldığı zaman, diğer kapılar otomatik olarak açılır. Girilmiştir o saraya çünkü! Bu meseleyi anlamak çok önemlidir, çünkü bu tespit bizi ve imanımızı kurtaracak bir noktadır.

Şimdi meseleyi daha da basitleştiriyoruz. Bir şey ya vardır veya yoktur. Bir iddia (örneğin peygamberlik iddiası) ya doğrudur, ya yanlıştır. Ortada bırakmak mümkün olmadığından, saray hükmündeki iman hakikatinin kapıları yerindeki her bir delil, o sarayı açıp içine girmemizi sağlamaktadır. Ne kadar güzel ve iman yolunda giden için ne kadar avantajlı bir nokta. Binlerce kapı misali, binlerce delil mevcuttur.İman mesleği ne kadar kuvvetli bir yaklaşım ve meslektir. Tek bir kapının açılması o saraya girmeyi nasıl sağlarsa, tek bir delilin gerçek olması, iman meselesinin doğruluğunu ortaya çıkarır ve diğer tüm kapalı kapılar hükmündeki yanlış delilleri veya karşıt delilleri ya da şüpheleri, nasıl ve ne şekilde olduğunun detaylarını hiç bilmesek de, tamamıyla ve kesin olarak ortadan kaldırır. Akıl ve mantık bunu gerektirir.

İnkâr ile ispat arasındaki yapısal farklılık bunu lüzumlu kılar. İman yolunda giden için bu nokta ne kadar müthiş bir şeydir ve ne kadar rahatlatıcıdır.

Zaten Risale-i Nur Külliyatı’nın Sözler kitabında Yirmibirinci Söz’ün İkinci Makam’ında bahsedildiği gibi, bir delilden kaynaklanmayan bir ihtimal hiç ciddiye alınmaz. Aynen bu kaide gibi, her biri gayet aklî olan ve birleştiklerinde ise sarsılmaz bir kuvvet kazanan, kopmaz bir halat gibi sağlamlaşan yüzlerce, binlerce imanî delillere karşı duran tek-tük, zayıf, önemsiz ve her biri izahı yapılmaya veya çürütülmeye müsait karşıt deliller ve şüpheler, imanın kesinliğine zarar vermez ve o hakikatlerin zıtlarının kabulüne sebep olamaz.

Tabiattaki Maddî Sebepler ve Tabiat Kanunları, Neden Kâinatın ve Canlıların Oluşumunun “Gerçek Etki Edici Sebebi” Olarak Kabul Edilemez?

Tabiattaki maddî sebeplerin bir araya gelmesinin ve tabiat kanunlarının mevcudiyetinin, kâinatın ve canlıların oluşumunun neden “gerçek etki edici sebep” olma noktasında kabul edilemeyeceği hakkında temel bir yaklaşım ortaya koyacağız. Devamında vereceğimiz misallerin bu iki temel yaklaşımın ışığında anlaşılması gerekmektedir.

İlk olarak şunu önemle belirtelim: Sanatlı ve düzenli olarak yaratılan her bir canlı, beraberinde bir takım maddî sebeplere bağlı olarak, ve onlarla yan yana meydana geliyorlar. Fakat sırf aynı anda birlikte bulunmaları ve o canlının meydana gelmesinin o sebeplerle birliktelik şartına bağlanmış olması, o sanatlı eşyanın o maddî sebepler tarafından icat edildiğine tek başına delil olamaz. Evet, bir eşyanın varlığı, çok sayıda şartın bir arada olmasına bağlı olabilir. Bir tek şartın yokluğu, o eşyanın yokluğunu netice veriyor diye; o tek şartın eşyanın var olması için yeterli sebep olduğu söylenemez.

Yani, bir şeyin “basit şartı”, o şeyin “gerçek sebebi” ile aynı şey değildir. Bir bahçeyi sulamazsanız kurur. Buna bakarak suyun bahçedeki bitkilerin yegâne varlık sebebi olduğu söylenemez. Bir televizyondaki görüntülerin ortaya çıkması, açma düğmesine basma şartına bağlıdır. Ama böyle diye televizyonu yapan ve çalıştıranın o sihirli düğme olduğuna inanmak; ancak televizyon üreten fabrikalardan, elektronik mühendislerinden ve televizyon içindeki çok sayıdaki elektronik parçanın varlığından yani medeniyetten habersiz ilkel bir insanın veya en iyi ihtimalle bu ince noktayı düşünemeyen birinin işi olabilir.

İkinci bir temel bilgi olarak şu hakikati özellikle vurgulamak istiyoruz ki: Tabiat kanunları, kendi kendilerini ve eşyayı yaratabilecek özellikte, maddî gerçekliğe sahip nesneler değillerdir. Herhangi bir olaya kaynaklık edemezler. Hiçbir oluşumun “gerçek etki edici sebebi” olamazlar. Maddenin düzenli hareketi nedeniyle gerçekleşen sistematik bir olayın veya oluşumun işleyiş şeklinin açıklamasından ibarettirler sadece. Yoksa bırakınız eşyayı yaratmayı veya eşyanın hareketine kaynaklık etmeyi, o kanunlar kendilerinin gerçek mahiyetlerini ve varlık sebeplerini bile açıklamazlar. Newton’un hareket kanunu hiç bir zaman bir bilardo topunu, bilardo masasının üzerinde hareket ettirmemiştir. Bilardo topu, ancak bir bilardo sopasının insan kasları tarafından kullanılmasıyla hareket ettirilebilir. Kanunlar, bizim topun hareketini incelememizi ve araya başka olaylar girene kadar izleyeceği yolu görmemizi sağlarlar. Ancak bu kanunlar yaratmak şöyle dursun, topu hareket bile ettiremezler. Siz ortada görünen bir olaya süslü bir isim verdiniz veya o olayın meydana geliş prensiplerini kurallarıyla ortaya koydunuz diye, sizin o açıklamanız ne eşyayı yaratan gerçek bir sebep olur, ne de o olayı gerçekleştiren ve olayın kaynağı olan bir etki edici hâline gelir.

Maddenin düzenli hareketini tabiat kanunlarına dayandırarak açıklamaya çalışmak aynen aşağıdaki misale benzemektedir. Usta bir mühendis tarafından tasarlanmış ve büyük bir fabrika tarafından üretilmiş bir yolcu uçağını, sadece havanın kaldırma gücüyle, termodinamik kanunuyla, elektrik kuvvetiyle ya da uçağın parçalarının bir araya gelmesi ile açıklamaya çalışmak, hatta daha da ileri gidip uçağın kendi kendine oluştuğunu iddia etmek ve o uçağı tasarlayan mühendisi ya da fabrikasını hiç hesaba katmamak, ondan hiç bahsetmemek ve açıklamada onu konu dışı bırakmak, ne derece mantıktan ve bilimsellikten uzak bir izah ise; öyle de, bir uçaktan çok daha ileri bir uçuş sistemine sahip olan ve binlerce türü, yüz milyonlarca ferdi bulunan kuşların mekanizmasını tabiat kanunlarına dayandırmak, bu misalden bin kat daha akıl ve bilim dışıdır diye düşünüyoruz.

Nasıl ki bir uçak kendi parçalarını kendisi yapamaz. (Aksini iddia eden yoktur.) Öyle de kâinat içindeki maddî sebepler, uçağın parçaları gibidirler. Uçağın parçaları, bir mühendisin ilim ve iradesi, bir fabrikanın gücü olmadan yapılamazlar ve bir iş göremezler. Gerçi hiç kimse inkâr etmez ve herkes kabul eder ki; o uçak, o parçalar kullanılarak yapılmıştır. Burası dikkat gerektiren ince bir noktadır. Bir yaratıcının gerekliliğini ifade edenler de bunu aynen kabul etmekte ve inkâr etmemektedirler.

Fakat buna ilave olarak, o parçaların ‘Bir araya gelelim de bir uçak oluşturalım’ diyemeyeceklerini söylemektedirler. Anlaması çok zor olmayan bu açık gerekliliği ifade etmek, elbette bilim dışı olarak görülemez. “Kâinatın kendisi de inşa edilmiş ve akıllıca tasarlanarak yapılmıştır ve içindeki eşya ve canlıların yapanı, kâinat olamaz” diyen düşüncede asla maddi sebepleri inkâr etmek yoktur. Maddî sebepler mi, bilim mi, tabiat mı, yaratıcı mı? Böyle bir ikileme, böyle bir tercihe gerek yoktur. Çünkü zaten hepsi bir arada çalışmaktadır!

Bir uçağı termodinamik kanunundan ayıramazsınız, ayrı düşünemezsiniz. Bizim itiraz ettiğimiz nokta, o uçağın mühendisinin neden hesaba katılmadığıdır. O maddi sebeplerin de, o sebepler kullanılarak yapılan sanatlı ve tasarımlı eşyanın da, onları yapabilecek özelliklere sahip biri tarafından yapılmış olduğuna aklen hükmetmek vardır bu çıkarımda.

Modern bilim dili, kâinatta meydana gelen her hadisenin “gerçek etki edici sebebini ve mahiyetini” keşfetmiş ve açıkça ortaya koymuşcasına bir takdim ve sunum şekline sahiptir. Halbuki bu tamamen yanıltıcıdır. Şimdi bakınız “yıldızların oksijensiz uzayda harıl harıl milyarlarca sene sürekli nasıl yandığı” ne şekilde izah edilmiş?

Önemli ve ince bir bilgilendirme: Soruda kullanılan tabir, söz konusu hadisenin sıradışılığını vurgulamak için kullanılmıştır ve “yanmak”tan maksat, elbette kimyasal bir reaksiyonla ışık ve ısı vermektir ve mecazidir. Dünya şartlarında bu derecede devasa bir ışık ve ısının, oksijenle yanan bir ateşle sağlanması ve devam etmesi istenseydi, dünyanın milyonlarca katı büyüklüğünde odun, kömür ve binlerce denizler kadar gazyağı kullanılması gerektiği halde; aynı faydayı ve neticeyi sağlayacak bir kimyasal reaksiyonun vesile kılınması ile o güneşin odunsuz, gazsız, kömürsüz sürekli olarak ışıklanması ve ısınması ve o ışık ve ısının, imtiyazlı gezegenimizde hayatın varlığı ve devamı için şaşırtıcı ve hassas şartları sağlaması gerçekten çok ihtişamlı ve harika bir mucizedir. Şuursuz bir reaksiyonun bu derece şuur ve kasıt gerektiren binlerce faydaları netice vermesi, elbette perde arkasında gizli bir işleyicinin varlığını gerektirir.

Aşağıdaki tasvire bu gözle bakılmalıdır ve şu noktaya dikkat edilmelidir:

“Yıldızların oksijensiz uzayda harıl harıl milyarlarca sene sürekli nasıl yandığı” sorusundaki tasvirle, mecaz ve benzetme kullanılarak meydana gelen hadisenin ne derece hayret edilecek bir şey olduğu vurgulanmaktadır. Hadisenin teknik açıklaması zaten bilime havale edilmiştir ve o ayrı bir uzmanlık alanıdır.

Bizim vurgu yaptığımız ise şudur: İşleyiş mekanizması ve süreçleri ne olursa olsun, (zaten biz bununla ilgilenmiyoruz ve maksadımız ve anlatmak istediğimiz hakikat noktasında bu hiç de önemli değil ve olmamalıdır) hangi süslü ve teknik isim verilerek sıradanlaştırılmaya çalışılırsa çalışılsın, bizlerin bu sıradanlık perdesini yırtmamız ve hiç değişmeyen düzenlilik hakikatinin farkına varmanızı istiyoruz. Evet bilimsel açıklaması ne olursa olsun, ortada güneş gibi görünen ve değişmeyen “düzenlilik” ve bir gayeyi ve maksadı, altında cam gibi gösteren “faydalılık”, işin arkasında başka bir işleyiciyi bildirir, gösterir diyoruz.

“Yıldızların oksijensiz uzayda harıl harıl milyarlarca sene sürekli nasıl yandığı”nın “bilimsel” izahında kullanılan ifadelerin anlamlı bir hakikatin ifadesi olup olmadığını anlayalım birlikte.

Önce bir farkındalık kazanabilmemiz için şu noktaya dikkat çekelim ve ipucu verelim.

Bilim tarafından verilen cevap, “Güneş yandığı için yanar; yıldız, yıldız olduğu için parlar” türünden bir saçma sözden daha anlamlı ve gerçek sebebini izaha yakın değil. Lütfen şu ifadelere bu gözle bakınız: “Uzaya çıktığımızda oksijenin olmadığını görürüz. Güneşe baktığımızda ise, harıl harıl yandığını görürüz. Peki bu nasıl oluyor? Cevap çok basit. (?!) Güneş enerjisini kendi üretir. Güneşte çok yüksek bir sıcaklık ve basınç mevcuttur. Dev bir hidrojen deposu da diyebiliriz. Yapısında hidrojen ve helyum atomu vardır. İş, hidrojen ve helyum atomunun reaksiyonundadır. Bu iki atomun birbiriyle reaksiyona girmesi, ortaya muazzam bir enerji çıkartır. Bu enerji ısıdır. Ve bu reaksiyon sonucunda yıldızlar parlar.” Modern bilimin bu süslü ifadeleri karşısında gerçek anlamda aydınlatıldığımızın söylenmesi mümkün değildir. Farkında olunması gereken, olayın kendisinden ve işleyiş şeklinden daha ötede bir kıymet ifade edecek hiç bir şey anlatılmaması ve daha da ilginci, anlatım üslubuna dikkat edilecek olursa, her gün yeniden hayran kalmaya değecek ihtişamdaki bir olayın, son derece sıradanlaştırılarak ve basitleştirilerek takdim edilmesidir. İşte dinsiz bilim, böyle hakikatsiz bir safsatadır. Kesin olarak bilinmesi gerekmektedir ki: Eşyanın gerçek hakikatini yalnızca Kur’ân ders veriyor ve diyor ki: “O, güneşi sizin için bir lamba yaptı…” İşte gerçek hikmet budur.

Ve yine çok açık bir örnek verecek olursak, yeryüzü toprağının fizikî özelliklerini inceleyen bir bilim dalı, toprak yapısının tarıma elverişli olacak kadar yumuşak, inşaata müsaade edecek kadar da sert bir kıvamda olduğunu ve böyle “hassas bir ayarın” rastgele ortaya çıkmasının ne kadar düşük bir ihtimal olduğunu elbette hesap edebilmektedir.

Fakat bilimsel çalışma olarak takdim edilen ürünlere bakıldığında, toprağın en ince fizikî özelliklerinin tanımlandığı, en detaylı kategorilerle sınıflandırılıp bu yönde inanılmaz detaylara girildiği halde, bu yeryüzünün neden insan medeniyetinin oluşması için bu kadar müsait bir yapıda olduğu, böyle olmasının medeniyetimiz ve insanlık için ve bilim adına ifade ettiği anlam ve kıymetin ne olduğu, böyle bir bilginin kâinatı anlamlandırma yolculuğumuzda insanlık için ne ifade ettiği ve “istifademize kasten sunulmuş olduğu, sahip olduğu özelliklerle açıkça anlaşılabilen” bu yapının, nasıl bir kudretin mucizesi olarak karşımızda durduğu ve böyle bir yardıma nasıl bir teşekkürle karşılık verilmesi gerektiği gibi soruların bilim dışı bırakılması, bilimin insan ruhuna ve gelişimine sağlayacağı manevî yükselişten ve anlamlı bir bilgi faaliyeti olma özelliğinden tüm insanlığı mahrum bırakıyor maalesef.

Şimdi soruyoruz: Elde edilen bilimsel verilerin ifade ettikleri manaların açık yüreklilikle itiraf edilmesi, bilime ve insan aklına saygı sebebiyle gerekmez mi?

Bir Yaratıcının Varlığı Düşüncesinin Bilimselliğe Uygunluğu

Geldiğimiz noktada bir yaratıcının varlığı düşüncesinin bilimselliğe uygunluğunu ve henüz hiçbir fikrimiz yokken bile eşyanın bir yaratıcısının olduğu düşüncesiyle çıkarım yapmanın ve deliller toplamanın önyargıyla ve önkabulle ilgisi olmayan çok daha sağlıklı ve akılcı yol olduğunu ortaya koyacağız.

Mutlak kesinliği ispatlanmamış ve deneysel veriye sahip olmayan bir yaklaşım ise, eğer ciddî aklî delillere dayanan incelemelerle desteklenen doğru mantıkî çıkarımlara sahipse, alternatif bir bilimsel model ve yorum olarak benimsenebilir ve bu tercih edilebilir model üzerinden araştırmalar yapılabilir.

Bu türden yaklaşımlar, bilimsel nitelikte bir çalışma modeli özelliğini kendilerinde bulundurduklarından, yalnızca subjektif bir fikrî yaklaşım olarak görülemezler, felsefe kategorisinde değerlendirilemezler. Tek bir yaratıcının var ettiği, inşa ve idare ettiği kabul edilen bir kâinat modeli; aklî delillerle doğruluğu ortaya koyulabildiği ve teorik olarak da olsa, zorunluluk derecesindeki bir kesinlik arz eden mantıkî çözümlemelerle modelin gerekliliği ispatlanabildiği için bilimsel nitelikten uzak sayılamaz.

“Bilimsel amaca uygun değildir bir tanrıyı düşünmek. O ihtimali düşünmek bile bilimselliğe yakışmaz.” deniliyor. Peki neden? Şu önümüzdeki bilgisayarın, “görmediğimiz bir bilgisayar mühendisi” tarafından ve “detay özelliklerini bilmediğimiz bir fabrika” kullanılarak üretildiğini düşünmek, bilimselliğe hangi nedenle aykırıdır? Aksini iddia edecek bir bilim adamı olmadığı halde ve “Bu bilgisayarın maddeleri bir araya gelmiş de, onu kendi kendine oluşturmuş” demek; bilimselliğe daha uygun olmadığı halde, bundan çok daha mükemmel, canlı, konuşan, gülen, üzülen canlıların veyahut da şu düzenli kâinatın akıllı bir bilinç yani şuur sahibi bir yaratıcı tarafından yapıldığını düşünmek, “bilimselliğe aykırı” ve böyle muhteşem bir tasarımın maddelerinin bir araya gelerek kendi kendini oluşturduğunu iddia etmek “bilimsel gerçek” öyle mi?

Bu nasıl bir mantıkdır ve bilime saygısı olan böyle bir şeye inanır mı diye soruyoruz. Bilim felsefesi olarak lanse edilen “Biz yaratıcı yokmuş gibi hareket ederiz, bilim tarafsızdır” sözleri inandırıcılıktan uzaktır. Tarafsızlık iddiasında bulunuluyor ama tarafsız davranılmıyor. Her zaman ve her durumda yaratıcı yokmuş gibi davranılıyor, baştan tüm kabuller yaratıcının yokluğu üzerine bina edilerek, her şey öyle anlatılıyor. “Çiçek yapıyor” deniliyor. “Tabiat yapıyor” deniliyor. Hatta “Tabiat yaratıyor” deniliyor.

Bu nasıl bir tarafsızlıktır diye sormamız gerekmiyor mu? Kanaatimizce bu eleştirdiğimiz takdim tarzı, tarafsızlık da değil, gerçeğe taraftarlık da değil. Hatta bilim de değil kesinlikle. Tamamen kendi zihninde kurgulayıp inandığını bilim diye anlatmaktan başka hiç bir şey olmadığını düşünüyoruz. Aslında çoğu insanı böyle bir hataya sevk eden düşünce, bu kâinatı yaratan ve idare eden ve maddiyat cinsinden olmayan bir yaratıcı düşüncesini daha baştan reddetmek ve zorlama da olsa, bu ihtimalin haricinde olan bir cevap aramaya kendini mecbur bilmektir. Daha baştan reddetmenin adına önyargı deniliyor biliyorsunuz. Aslında bilimsel düşünce tekniğine de tamamen aykırı bir şey bu.

Fakat “bilimsel düşünce tekniği”adına kişisel tercih ve şartlanmaları dayatmak maksadıyla, bilimsel düşünceyi bile bu hata düşünceye alet etmek ve bu şartlanmayı bilimselliğin gereği gibi sunmak ve bir yaratıcıyı varsaymanın veya varlığı ihtimalini düşünmenin bile bilimsel düşünce, araştırma ve gözlem tekniğine aykırı olduğunu ifade ederek bu alanda kısıtlayıcı kurallar koymak, bilim adına utanılacak bir yaklaşımdır.

Böyle bir kuralı dayatmak, bilim yaptığını iddia eden hiç kimsenin haddi değildir ve olamaz. Yaratıcının varlığı ihtimali karşısında böyle bir kural olacak şey midir? Bunun adına nasıl “bilimsel düşünce tekniği” denilebilir? Bu tamamen bilim dışı bir düşünce tekniğidir. Bilimsel düşünceye asıl uygun olmayan tavır, yaratıcının olabilirliği ihtimaline karşılık, kesinlikle yokmuş gibi davranmak, bütün kural ve kaidelerini bu hata kabul üzerine bina etmek, kâinatın bütün işleyişini yaratıcı yokmuş gibi anlatmak ve öyle yorumlamak, bir yaratıcının varlığı fikrinden bile rahatsız olmaktır. Evet, bu rahatsızlığı bir takım ateizm taraftarı kişiler, bizzat dile getiriyorlar ve bir yaratıcının olabilirliğini düşünmeyi bile bilime ve bilimsel düşünceye uygun görmediklerini söylüyorlar.

Fakat yaratıcının varlığı düşüncesi bilimselliğe neden uygun olmasın? Tam tersine çok da uygun olabilir.

Yine aynı örnek üzerinden gidelim ve size soralım: Hangi alternatif ihtimal üzerinden bir araştırmaya girmek daha mantıklıdır ve hangisi bilimsel düşünce tekniğine daha uygun görülebilir? Birinci alternatif: Önümüzde duran bilgisayarın kendi kendine oluştuğu düşüncesidir. İkinci alternatif ise, bilgisayarın bir mühendis tarafından dizayn edilerek ve işçilerle dolu bir fabrika teşkilatı kullanılarak yapılmış olabileceği ihtimali üzerinden bir araştırmaya girmektir.

Söz konusu bilgisayar hakkında daha baştan ve hiçbir fikrimiz yokken bile ikinci alternatif paralelinde düşünmek çok daha sağlıklı bir yaklaşım değil midir?

İşte şu görünen eşyayı, o eşyanın icad ve idare kanunlarından ibaret olan tabiat ile açıklamaya çalışmak; tasarımcı mühendisini ve üretimde kullanılan işçilerini ve fabrikasını hesaba katmadan, bir bilgisayarın yapılış, kuruluş ve çalışmasını sadece işletim sistemi programı ile izah etme gayretinden farksızdır ve anlamsız bir çabadır.

Burada vereceğimiz misal, çok yaygın kullanılan bir misaldir. Fakat meselenin mahiyetini ve temel mantığını anlamakta oldukça yardımcı olmaktadır. O yüzden bu misalin üzerinde önemle durulması gerektiğini düşünüyoruz.

Şöyle düşünelim: Bir ressamın, perde arkasından, bize sadece fırçası görünecek şekilde çalıştığını farz ettiğimiz durumda, o resmi bir ressamın yaptığını nereden anlarız? Ressam görüş alanımızın dışında diye, resmi boya ve fırçadan mı bilmeliyiz? Hâlbuki incelediğimizde görürüz ki, o boyaların ve fırçanın kendi kendine işleme ve sanat kabiliyeti bulunmuyor. İşte bu durum bize, o sanat kabiliyetine sahip bir ressamı arattırır ve varlığını sanki görmüşüz gibi aklen kabul ettirir.

Size soralım: Bu misalimize göre bir ressamın varlığının görsel ve maddesel bir delili, yani “deneysel anlamda bilimsel bir delili” olur mu? Elbette olmaz ve olamaz. Çünkü deney ve gözlem sahanızın dışında bir etki edici var.

Fakat böyle diye, o ortada görünen işi, gerçek etki sahibi olma özelliğini gösteremeyen ve o işi yapabilecek kabiliyet kendisinde bulunmayan nesnelere vermek, herhalde perde arkasında sanattan anlayan maharetli bir ressamın bulunduğuna hükmetmekten daha fazla bilimsel değildir.

Netice olarak şunu vurgulamak istiyoruz ki: Eşyanın üzerindeki sanat, gözle görülmeyen, ancak akıl ve kalple anlaşılabilen ve takdir edilebilen manevî, soyut bir gerçekliktir. Her ne kadar maddesel ve görsel delilimiz mevcut değilse de, maddî gözümüzle gördüğümüz sanat eserinin varlığı, ressamın varlığına yeterince güçlü ve kesin bir delil niteliğindedir ve bu gözle görülen işin, yani sanat eserinin varlığının, ressamın varlığının doğruluğu için “bilimsel nitelikte delil” olarak görülmesi ve ressamın varlığının delillendirilmesi yolunda kullanılması, gayet kabul edilebilir ve akıl gözüyle doğruluğu görülebilir mantıkî ispatlar özelliğindedir.

İşte bir yaratıcının varlığı hakkında, “eserden eser sahibinin varlığına intikal etmek” temelinde şekillenen aklî deliller de aynen bu özelliktedirler. Hem gayet güçlüdürler, hem akıl ve mantık uyumlulukları muhakkaktır; hem de kesinlik derecesinde ispat etme niteliğine sahiptirler. Bizim söylediğimiz ve iddia ettiğimiz budur. Dinin hakikatleri, teorik (nazarî) ve aklî delilleri olan ve delillerin birbirlerine kuvvet vermeleriyle zıtlarının imkânına ihtimal bırakmayan sağlamlılıkları sayesinde, mutlak gerçekliklerine hüküm edilebilecek nitelik arz eden, temel olarak nazarî (teorik) fakat netice itibariyle kesin hakikatlerdir.

Tekrar vurgulayalım: Bir şeyin matematik kesinlikte olmaması ve teklif sırrı gereği hem kabul hem reddedilecek bir nazariyette (teorik) olup bedahet derecesinde (açık kesinlikte) olmaması, asla “yakîn”e (kesin inanca) mani bir husus değildir.

Tüm bunların sonucunda kesin olarak hükmedebiliriz ki: Hakikatin bilinemez olduğu bir kâinat tasavvuru (özellikle bir mümin için) kesinlikle kabul edilemez bir safsata ve hezeyandır ve bir yaratıcının varlığını kabul eden ve çıkarımlarını ve araştırmalarını buna göre yapan bir bilim yaklaşımının, bilimsel düşünceye ve bilimsel delillendirmeye uygunluğu ve yatkınlığı şüphesizdir.

Kaynaklar:

Hoyle, Fred, Chandra Wickramasinghe, Evolution from Space, s. 130

Kur’ân, Nûh Suresi, 16. Ayet.

Nursî, Said, Mektubât, s.89, Risale-i Nur Külliyatı, Envar Neşriyat

Nursî, Said, İşârâtü’l-İ’câz, s.124, Risale-i Nur Külliyatı, Envar Neşriyat

Nursî, Said, Mektubât, Hakikat Çekirdekleri, s.473, Risale-i Nur Külliyatı, Envar Neşriyat

Nursî, Said, Sözler, s.341, Risale-i Nur Külliyatı, Envar Neşriyat

Nursî, Said, Sözler, s.266, Risale-i Nur Külliyatı, Envar Neşriyat

Nursî, Said, Sözler, 21. Söz, s.278, Risale-i Nur Külliyatı, Envar Neşriyat

Nursî, Said, Lem’alar, 13. Lem’a, s.89, Risale-i Nur Külliyatı, Envar Neşriyat

Nursî, Said, Tabiat Risalesi, Risale-i Nur Külliyatı, Nesil Yayıncılık 1996

Roger Penrose, The Emperor’s New Mind, 1989; Michael Denton, Nature’s Destiny, The New York: The Free Press, 1998, s. 9

Sözüer, Ediz, Tabiat Risalesi Açılımları, s.7, Erişim adresi: Google Books, 2015

Sözüer, Ediz, Tabiat Risalesi Açılımları, s.175, Erişim adresi: Google Books, 2015

Sözüer, Ediz, Olağanüstü Bir Hazinenin Keşif Yolculuğu: Risale-i Nur Eğitim Programı Temel/Kaynak Kitabı ve Akademik Ders Müfredatı, Cinius Yayınları. 2017

Share this content:

About The Author